Hatırla Sevgili’nin senin hayatında çok önemli
bir yerde olduğunu biliyorum. Diziyi hiç izlememiş birisine nasıl anlatırsın
Hatırla Sevgili’yi? Sen ve Tomris Hanım
nasıl buluştunuz?
Hatırla Sevgili, Türkiye’nin yakın tarihinin en sancılı
dönemlerini anlatan, bunu yaparken de elinden geldiği kadar tarafsız olmaya
çalışan bir projeydi. Tarafsız olmak çok iddialı bir niyet ve kimsenin tamamen
tarafsız olabileceğine inanmıyorum. Ama en azından bizim gibi düşünmeyenlere
söz hakkı tanımaya çalıştığımız söylenebilir. Danışmanlarımız arasında
birbirine karşıt fikirlere sahip çok değerli arkadaşlarımız vardı. Her hafta
yazdıklarımı okuyup kendi görüşleri üzerinden yorumlar yaptılar. Bu yorumları farklı
fikirleri savunan karakterler üzerinden dengeli bir şekilde diyaloglarda
kullanmaya çalıştım. Ama gencecik çocukların ölümlerine karar verenler ve
onlara yapılan işkencelere sessiz kalanlar karşısında tarafsız olmayı hiçbir
zaman düşünmedim. Kimse de olmamalı zaten. Bu anlamda Hatırla Sevgili özellikle
o dönemde yaşananların özel bir sistemle unutturulmaya çalışıldığı genç nesle
‘bakın bir zamanlar ülkemizde bunlar yaşandı’ diyerek yakın tarihe ilgilerini
çektiği için önemlidir. O nesil Gezi olayları sırasında hepimizi umutlandırdı ve
geçmişteki acıların boşuna yaşanmadığını hissettirdi. Bizim nesil için ise bir
hatırlatmaydı ve ismi de bu nedenle “Hatırla Sevgili” zaten...
Tomris’le buluşmamıza gelince, o günlerde Ihlamurlar
Altında projesinde birlikte çalışıyorduk. İlk sezonu yazarken bana Menderes
dönemiyle ilgili bir iş yapmak istediğini söyledi. Konu üzerinde düşündüm ve
sadece o dönemi anlatan bir projenin yarım kalacağını hissettim. Ona 12 Eylül’e
kadar uzanan geniş bir tarih diliminde hareket etmeyi teklif ettim, kabul etti.
Hikayenin ana çatısını fikir ayrılıkları üzerine kurmak üç dönemi gerçekçi bir
biçimde anlatabilmek açısından bana doğru geldi. Çünkü yakın tarihimize
baktığımızda çatışmaları, her coğrafyada olduğu gibi bizde de fikir
ayrılıklarının yarattığını görebiliriz. Herkes kendi görüşünün doğruluğundan
emin ve karşı tarafa söz hakkı tanımadan yaşamak istiyor. Bu nedenle Ahmet ve
Yasemin’den başlayarak, bütün karakterler arasındaki çatışmalar fikir
ayrılıkları üzerine kuruldu. İşin hem zor hem de kolay tarafı resmi tarihin
hikayemizin içinden geçip gidiyor olmasıydı. Böylece kurgu karakterlerle,
gerçek insanlar içiçe geçerek yollarına devam ettiler. Dizide çatışmaları
tetikleyen kötü ruhlu karakterler yoktur. Bu işi bizzat tarihin kendisi yapar.
Kurgu karakterlerimizin hayatlarını etkiler, travmalar yaşatır tam düze
çıktıklarını düşündükleri anda yeni bir olay herşeyi yerle bir eder. Aslında
bizim hayatlarımız da tam böyle yaşanmış, sadece farkında değilmişiz.
Dönem işi yapmak her zaman zordur, hele
meydanların, dış mekanların önemli rol oynadığı ve İstanbul’da geçen bir dizide
çok daha zor olsa gerek. Seni tanıdığım için biliyorum ki sanat ve kostüm
çalışmalarında çok titizlenmişsindir. Nasıl hakim oldun bu detaylara?
Unuttuğunuz, atladığınız, izledikten sonra “ah ben bunu burada nasıl
kullanmışım veya kullanmamışım?” dediğiniz yerler oldu mu?
Evet set ekibi çok zor koşullarda çalıştı. Avrupa’da
bir ülkede bu işi yapsaydık herşey çok kolay olurdu ama İstanbul bir yıl önceki
haline bile benzemiyor artık. Sürekli olumsuz yönde değişim içinde. Yine de
prodüksiyon ekibi iyi iş çıkardı. İlk bölümlerin Büyükada’da çekilmesi bir
anlamda kolaylık sağladı. O bölümlerdeki kostümler ve mekanlar bana göre süper
oldu. Büyükada rüya gibi bir yer zaten ve çok güzel iki ev bulunmuştu. Ancak
ilerledikçe işimiz zorlaştı ve doğal olarak hatalar da yapmaya başladık.
Haftada bir sinema filmi boyunda iş çekmek, hazırlanmak bir mucize zaten. Bu
nedenle birşey söylemeye dilim varmıyor. Her hafta 20 küsur sayfa tretman, 90
sayfa senaryo yazarken kimseye bir faydam olamadı. Yoksa hem o dönemleri
yaşamış hem de sanat eğitimi almış biri olarak üzerlerinden biraz yük
alabilirdim. Bu nedenle bazen mekanlar ve kostümler hayal ettiğim gibi olamadı.
Tabi dönemi yorumlamak diye de bir durum var. Bu tür işlerde 70’lerde şunlar
modaymış o zaman kullanalım diye düşünülüyor genellikle, oysa bizim o dönem
içinden estetik olanı seçmemizin hatta kendi estetiğimizi oluşturmamızın
gerektiğine inanıyorum. Mad Men örneğinde olduğu gibi... Resmen retro bir stil
yarattılar. Tabi onların çalışmak için bol bol vakitleri ve sonsuz olanakları
vardı. Bizim işte ise başarı, hem zaman hem de çevre koşulları nedeniyle büyük
bir özveriye dayanıyordu ve ekip elinden gelenin en iyisini yaptı. Tabi
müziklerle ilgili önerilerim olabildi. Hatta bazı sahneleri müzik üzerinden
parçalayarak yazdığım bile oldu. Mehmet Güreli’nin “Kimse Bilmez”i gibi...
Bu arada küçük bir anı aktarayım. Tomris’le bir pazar
günü Karaköy’de çekilen yürüyüş sahnesinin setine gittik. Genç oyuncular,
ellerinde pankartlar, afişler, dövizler slogan atarak yürümeye başladılar.
Heyecanlandık, sanki zamanda yolculuk yapmışız gibi hissediyoruz. Kendimi
tutamayıp Tomris’in elinden yakaladım, kortejin içine daldık ve slogan atarak oyuncularla
birlikte yürümeye başladık. Tabi Ümmü bu fırsatı kaçırmadı, yayında o bölüm
olduğu gibi kullanıldı. Bu arada didişip durduğumuz kostüm ekibinden arkadaşlar
yanımıza gelip “Oldu mu şimdi Nilgün Hanım, saçınız da kostümünüz de döneme
uymadı...” diye fırsat bulmuşken haklı olarak dalgalarını geçtiler.
Senin de içinde olduğun bir dönemi anlattınız.
Çok acı, karışık, kapalı kapılar ardında yaşanmış, hatırlanılması istenmeyen
bir dönem. Yazarken tekrar bunları yaşadın, kaybettiklerini hatırladın. Aynı şeyleri yaşamak seni nasıl etkiledi?
İşe başlarken bu kadar etkileneceğimi hiç
düşünmemiştim. O günlerde olayların içinden geçip giderken herşeyi hayatın
normal akışı gibi algılıyorduk. Hayatımız buydu, böyle sürecekti.
Hayallerimizin ve ideallerimizin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorduk.
Diziyi yazarken sürekli olarak dönüp geriye bakmak durumunda kaldım ve aslında
ne kadar sıradışı şeyler yaşadığımızı ve gerçekleşmesi ne kadar zor hayaller
kurduğumuzu farkettim. Elbette yazarken çok sarsıldım, anılar geri geldi, gözlerim
dolmadan yazamadığım sahneler oldu. Zaman zaman dışarı attım kendimi. Mesela
Erdal Eren’in idam sahnesini ve ailesine mektubunu yazarken Avukat Niyazi
Ağırnaslı’nın “Kurtaramıyoruz çocuğu, yaşını büyüttüler, asacaklar...” derkenki
hali gözlerimin önüne geldi. O, bunca yıllık avukat olarak genç insanların
devlet eliyle öldürülmesini 12 Mart döneminde de görmüştü, eğer yaşasaydı
torununun Kobane’de öldürülmesine de tanık olacaktı. Yani süreç devam ediyor
aslında... Öldürme kararı yetkililer elinden veya başka bir oluşum tarafından
da verilse cinayettir. Üstelik 17 yaşında bir çocuktan bahsediyoruz. Deniz,
Yusuf ve Hüseyin de sadece 25 yaşındaydılar. Onlar, diğerleri ve günümüze kadar
olan bütün kayıplar için çok üzgünüm. Bu kıyımın son bulmasını diliyorum.
Hiçbir şey insan hayatından daha değerli değil.
Deniz Gezmiş’in idam sahnesi dizinin en
hatırda kalan sahnelerinden biri, unutmak isteyenlerin gözüne soktuğunuz, çok
cesur sahnelerden biri. Fakat Deniz Gezmiş idam edilirken söylediği “yaşasın marksizim-leninizm’in yüce
ideolojisi” ve “yaşasın Türk ve Kürt halkının kardeşliği” sloganları dizide yer
almadı. Bundan dolayı da tepki gördünüz. Neden kullanılmadı dizide?
Deniz Gezmiş’in son sözleri tek kelimesine
dokunulmadan aynen senaryoda yer aldı. Ama kanal ceza almaktan ve dizinin
kaldırılmasından korkarak o bölümü kesti. Biz de yayında gördük. Oysa aynı
metin Nihat Behram’ın kitabında yer almış, defalarca mahkemelik olmuş ve beraat
etmişti. Elbette metnin kesilmesine çok üzüldük. Deniz Gezmiş’in son arzusu,
idam sehpasına Rodrigo’nun Gitar Konçertosu eşliğinde, sırtında parkası, ayağında
postallarıyla gitmek ve Taylan Özgür’ün yanına gömülmekti. Son isteğinin bir
bölümünü dizide de olsa yerine getirdik ama kontrolümüz dışında cümlesini
sansürlemiş olduk. Daha sonra CNN Türk’e Can Yücel’in şiirinden esinlenerek
“Aşk Olsun Sana Çocuk” ismiyle Deniz’in son saatlerini anlatan bir kısa film
yaptık. O filmde metin eksiksiz yer aldı. Tabi ki kanal ne ceza aldı, ne de
kapatıldı.
Hatırla Sevgili dizisi olmasaydı bir neslin
çok önemli bir dönemden haberi olmayacaktı.
Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Mahir Çayan’ı, Hüseyin İnan’ı, bu dizi
sayesinde tanımış gençler var. Kanlı 1 Mayıs’a, 12 Eylül Darbesi’ne, Kızıldere
Olayı’na, Kanlı Pazar’a ve 16 Mart katliamına gözleri tamamen kapalı insanların
gözlerini açmaya zorladınız, kitap okumayan bir nesle “Darağcında Üç Fidan”
kitabını aldırdınız. Bazı borçların ödendiğini düşünüyor musunz? Gidenlerin
anısına saygıyla bir şeyleri öğretebildiniz mi? Yoksa günümüz koşullarında
kimsenin gözlerinin açılmayacağını mı düşünüyorsun?
12 Eylül sonrası bizden sonraki kuşaklar bilinçli
olarak siyasetten uzak tutuldu. Kuzenim o dönem Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi, çocuklar
biraraya gelip fikir üretmesin diye dağcılık kulübü bile kapatılmıştı. Bunun
sonucu olarak yeni nesiller ülkelerinde yaşanan trajik olayları bilmeden yetiştiler.
Kariyerlerine odaklandılar, hayatın anlamını yaptıkları işlerde bulmaya
çalıştılar. Elbette bazıları duyarlı çevrelerde ve hala mücadele eden ebeveyler
tarafından büyütüldükleri için farkındalıkları gelişti ama bu çok azı için
söylenebilir. Biz işe başladığımızda genç oyuncular arasında bir başbakanın
asıldığını bile bilmeyenler vardı. Evet “Hatırla Sevgili” onların yakın tarihe
ilgisini çekmiş olabilir. Dizinin ikinci sezonunda gittiğimiz 6 Mayıs’taki anma
gününde Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in mezarlarında binlerce genç vardı. Nihat’ın
kitabı best seller oldu. Bütün bunları bir popüler kültür ürününün becermesi
çok ironik. Hayatlarını kaybeden insanları elbette geri getiremeyiz. Ama
unutulmamaları lazım. Unutulmasınlar ki yeni ölümler olmasın.
Genç insanlara siyasetten uzak kaldıkları için yüklenmeden
önce bütün bunlar yaşanırken evlerinin penceresinden seyreden yetişkinleri de
unutmamak lazım. Evlerinden, yurtlarından kaçmak zorunda kalanları, kayıpları,
cezaevlerindeki insanlık dışı işkenceleri görmezden gelerek mutlu mesut hayatına
devam eden büyük bir kesim vardı. 12 Eylül süreci ve zihniyeti hala devam
etmekte. 35 yıldır bir toplumun körleştirilmesini, yüzeyselleştirilmesini,
ideallerinin basitleştirilmesini izliyoruz. Şiddetli bir deprem yaşadık ve hala
enkaz altındayız. Ama ben genç nesilden umutluyum. Gezi sürecini çok önemli
buluyorum. Bizim yapamadığımız şeyi yaptılar. Kendi fikirlerinden taviz
vermeden bir arada durabilmeyi, ortak bir ideal uğruna direnmeyi başardılar.
İhtiyacımız olan şey tam da buydu.
Son olarak yaptığınız çok cesaret isteyen bir işti... O zaman
yapılan televizyonla bugünkü televizyon arasında nasıl fark görüyorsun? Bugün
olsa aynı şeyleri yapabilir misin? Sansürle çok boğuşulan bu zamanda bu kadar
gözler önünde bir işi ne kadar yürütebilirdiniz? Muhteşem Yüzyıl dizisinin bile
dava edildiği günümüzde başınıza gelmeyen kalmaz ve 2. Bölümde Türk ahlak
yapısına aykırılıktan yayından kaldırılırdınız sanırım.
Bugüne kadar gelmeye gerek kalmadı, 'Bu Kalp Seni
Unutur mu?' dizisini yaparken sorunlar başlamıştı zaten. Dizi, 12 Eylül’ün hemen
sonrasından günümüze kadar gelecekti. Diyarbakır Cezaevi sahnelerinin ardından
hakkımızda dava açılarak engellemeler başladı. Sanki o cezaevinde olanlar hiç
yaşanmamış gibi... Ama sadece o sahneler için bile o işi yapmaya değerdi. Ki
yaşananların binde birini bile anlatamadık. Evet bugün olsa o işi asla
yapamazdık. Bir kere şimdiki televizyon seyircisi bizi izlemezdi. Ayrıca özgürce
yazma imkanı bize verilmezdi. Şimdi en basit hikayeler için bile, senaryodan
anlayan, anlamayan onlarca kişi fikir beyan edip işe karışıyor. Bu nedenle
ucube projeler ortada dönüp duruyor. Yani zamanlama doğruymuş diyebilirim.
Teşekkür ederim, ekleyeceklerinize her zaman
açık olan insanlardan size selamlar var.
Bizi unutmadığınız için asıl ben teşekkür ederim. Dizi bittikten altı
yıl sonra gelen söyleşi teklifi o işi boşuna yapmadığımızı gösterdi ve beni çok
mutlu etti. Çalışması çok zor, manevi olarak çok yoğun bir işti. Ciddi tarih
okumaları yapmak, yorumları incelemek ve dönemin sosyal hayatını ıskalamamak
gerekiyordu. Sorumluluk istiyordu, hata yapmamak için gözlerimizi dört
açmalıydık. 2 yıl boyunca eve kapanıp çalıştım, sabolarımı giyip sadece yemek
için mahalle cafesine gittim ama herşeye değerdi. Benim ve benim neslim için
bir anlamda terapi gibi oldu. Hayatlarımızı önümüze serdik, açamadığımız
kutuları açtık ve insanlara sunduk. O dönemki yol arkadaşlarımla zaman zaman bir
araya geldik ve hiç konuşamadığımız şeyleri konuşabildik. Bunu bir sürü insanın
yaptığını sonradan öğrendim. Aslında yüzleşmemiz gereken daha çok meselemiz
var. Bunun için de bir diziye ihtiyacımız olmamalı...
Bu daha başlangıç diyelim ve yolumuza devam edelim.
İpin ucunu bırakmayan herkese selam!