Nilgün Öneş: Deniz Gezmiş'in son sözleri tek kelimesine dokunulmadan senaryoda yer aldı.

Nilgün Öneş: Deniz Gezmiş'in son sözleri tek kelimesine dokunulmadan senaryoda yer aldı.
Hatırla Sevgili’nin senin hayatında çok önemli bir yerde olduğunu biliyorum. Diziyi hiç izlememiş birisine nasıl anlatırsın Hatırla Sevgili’yi? Sen ve Tomris Hanım nasıl buluştunuz?
 
Hatırla Sevgili, Türkiye’nin yakın tarihinin en sancılı dönemlerini anlatan, bunu yaparken de elinden geldiği kadar tarafsız olmaya çalışan bir projeydi. Tarafsız olmak çok iddialı bir niyet ve kimsenin tamamen tarafsız olabileceğine inanmıyorum. Ama en azından bizim gibi düşünmeyenlere söz hakkı tanımaya çalıştığımız söylenebilir. Danışmanlarımız arasında birbirine karşıt fikirlere sahip çok değerli arkadaşlarımız vardı. Her hafta yazdıklarımı okuyup kendi görüşleri üzerinden yorumlar yaptılar. Bu yorumları farklı fikirleri savunan karakterler üzerinden dengeli bir şekilde diyaloglarda kullanmaya çalıştım. Ama gencecik çocukların ölümlerine karar verenler ve onlara yapılan işkencelere sessiz kalanlar karşısında tarafsız olmayı hiçbir zaman düşünmedim. Kimse de olmamalı zaten. Bu anlamda Hatırla Sevgili özellikle o dönemde yaşananların özel bir sistemle unutturulmaya çalışıldığı genç nesle ‘bakın bir zamanlar ülkemizde bunlar yaşandı’ diyerek yakın tarihe ilgilerini çektiği için önemlidir. O nesil Gezi olayları sırasında hepimizi umutlandırdı ve geçmişteki acıların boşuna yaşanmadığını hissettirdi. Bizim nesil için ise bir hatırlatmaydı ve ismi de bu nedenle “Hatırla Sevgili” zaten...

Tomris’le buluşmamıza gelince, o günlerde Ihlamurlar Altında projesinde birlikte çalışıyorduk. İlk sezonu yazarken bana Menderes dönemiyle ilgili bir iş yapmak istediğini söyledi. Konu üzerinde düşündüm ve sadece o dönemi anlatan bir projenin yarım kalacağını hissettim. Ona 12 Eylül’e kadar uzanan geniş bir tarih diliminde hareket etmeyi teklif ettim, kabul etti. Hikayenin ana çatısını fikir ayrılıkları üzerine kurmak üç dönemi gerçekçi bir biçimde anlatabilmek açısından bana doğru geldi. Çünkü yakın tarihimize baktığımızda çatışmaları, her coğrafyada olduğu gibi bizde de fikir ayrılıklarının yarattığını görebiliriz. Herkes kendi görüşünün doğruluğundan emin ve karşı tarafa söz hakkı tanımadan yaşamak istiyor. Bu nedenle Ahmet ve Yasemin’den başlayarak, bütün karakterler arasındaki çatışmalar fikir ayrılıkları üzerine kuruldu. İşin hem zor hem de kolay tarafı resmi tarihin hikayemizin içinden geçip gidiyor olmasıydı. Böylece kurgu karakterlerle, gerçek insanlar içiçe geçerek yollarına devam ettiler. Dizide çatışmaları tetikleyen kötü ruhlu karakterler yoktur. Bu işi bizzat tarihin kendisi yapar. Kurgu karakterlerimizin hayatlarını etkiler, travmalar yaşatır tam düze çıktıklarını düşündükleri anda yeni bir olay herşeyi yerle bir eder. Aslında bizim hayatlarımız da tam böyle yaşanmış, sadece farkında değilmişiz.
 
Dönem işi yapmak her zaman zordur, hele meydanların, dış mekanların önemli rol oynadığı ve İstanbul’da geçen bir dizide çok daha zor olsa gerek. Seni tanıdığım için biliyorum ki sanat ve kostüm çalışmalarında çok titizlenmişsindir. Nasıl hakim oldun bu detaylara? Unuttuğunuz, atladığınız, izledikten sonra “ah ben bunu burada nasıl kullanmışım veya kullanmamışım?” dediğiniz yerler oldu mu?
 
Evet set ekibi çok zor koşullarda çalıştı. Avrupa’da bir ülkede bu işi yapsaydık herşey çok kolay olurdu ama İstanbul bir yıl önceki haline bile benzemiyor artık. Sürekli olumsuz yönde değişim içinde. Yine de prodüksiyon ekibi iyi iş çıkardı. İlk bölümlerin Büyükada’da çekilmesi bir anlamda kolaylık sağladı. O bölümlerdeki kostümler ve mekanlar bana göre süper oldu. Büyükada rüya gibi bir yer zaten ve çok güzel iki ev bulunmuştu. Ancak ilerledikçe işimiz zorlaştı ve doğal olarak hatalar da yapmaya başladık. Haftada bir sinema filmi boyunda iş çekmek, hazırlanmak bir mucize zaten. Bu nedenle birşey söylemeye dilim varmıyor. Her hafta 20 küsur sayfa tretman, 90 sayfa senaryo yazarken kimseye bir faydam olamadı. Yoksa hem o dönemleri yaşamış hem de sanat eğitimi almış biri olarak üzerlerinden biraz yük alabilirdim. Bu nedenle bazen mekanlar ve kostümler hayal ettiğim gibi olamadı.

Tabi dönemi yorumlamak diye de bir durum var. Bu tür işlerde 70’lerde şunlar modaymış o zaman kullanalım diye düşünülüyor genellikle, oysa bizim o dönem içinden estetik olanı seçmemizin hatta kendi estetiğimizi oluşturmamızın gerektiğine inanıyorum. Mad Men örneğinde olduğu gibi... Resmen retro bir stil yarattılar. Tabi onların çalışmak için bol bol vakitleri ve sonsuz olanakları vardı. Bizim işte ise başarı, hem zaman hem de çevre koşulları nedeniyle büyük bir özveriye dayanıyordu ve ekip elinden gelenin en iyisini yaptı. Tabi müziklerle ilgili önerilerim olabildi. Hatta bazı sahneleri müzik üzerinden parçalayarak yazdığım bile oldu. Mehmet Güreli’nin “Kimse Bilmez”i gibi...

Bu arada küçük bir anı aktarayım. Tomris’le bir pazar günü Karaköy’de çekilen yürüyüş sahnesinin setine gittik. Genç oyuncular, ellerinde pankartlar, afişler, dövizler slogan atarak yürümeye başladılar. Heyecanlandık, sanki zamanda yolculuk yapmışız gibi hissediyoruz. Kendimi tutamayıp Tomris’in elinden yakaladım, kortejin içine daldık ve slogan atarak oyuncularla birlikte yürümeye başladık. Tabi Ümmü bu fırsatı kaçırmadı, yayında o bölüm olduğu gibi kullanıldı. Bu arada didişip durduğumuz kostüm ekibinden arkadaşlar yanımıza gelip “Oldu mu şimdi Nilgün Hanım, saçınız da kostümünüz de döneme uymadı...” diye fırsat bulmuşken haklı olarak dalgalarını geçtiler.

Senin de içinde olduğun bir dönemi anlattınız. Çok acı, karışık, kapalı kapılar ardında yaşanmış, hatırlanılması istenmeyen bir dönem. Yazarken tekrar bunları yaşadın, kaybettiklerini hatırladın. Aynı şeyleri yaşamak seni nasıl etkiledi?

İşe başlarken bu kadar etkileneceğimi hiç düşünmemiştim. O günlerde olayların içinden geçip giderken herşeyi hayatın normal akışı gibi algılıyorduk. Hayatımız buydu, böyle sürecekti. Hayallerimizin ve ideallerimizin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorduk. Diziyi yazarken sürekli olarak dönüp geriye bakmak durumunda kaldım ve aslında ne kadar sıradışı şeyler yaşadığımızı ve gerçekleşmesi ne kadar zor hayaller kurduğumuzu farkettim. Elbette yazarken çok sarsıldım, anılar geri geldi, gözlerim dolmadan yazamadığım sahneler oldu. Zaman zaman dışarı attım kendimi. Mesela Erdal Eren’in idam sahnesini ve ailesine mektubunu yazarken Avukat Niyazi Ağırnaslı’nın “Kurtaramıyoruz çocuğu, yaşını büyüttüler, asacaklar...” derkenki hali gözlerimin önüne geldi. O, bunca yıllık avukat olarak genç insanların devlet eliyle öldürülmesini 12 Mart döneminde de görmüştü, eğer yaşasaydı torununun Kobane’de öldürülmesine de tanık olacaktı. Yani süreç devam ediyor aslında... Öldürme kararı yetkililer elinden veya başka bir oluşum tarafından da verilse cinayettir. Üstelik 17 yaşında bir çocuktan bahsediyoruz. Deniz, Yusuf ve Hüseyin de sadece 25 yaşındaydılar. Onlar, diğerleri ve günümüze kadar olan bütün kayıplar için çok üzgünüm. Bu kıyımın son bulmasını diliyorum. Hiçbir şey insan hayatından daha değerli değil.

Deniz Gezmiş’in idam sahnesi dizinin en hatırda kalan sahnelerinden biri, unutmak isteyenlerin gözüne soktuğunuz, çok cesur sahnelerden biri. Fakat Deniz Gezmiş idam edilirken söylediği “yaşasın marksizim-leninizm’in yüce ideolojisi” ve “yaşasın Türk ve Kürt halkının kardeşliği” sloganları dizide yer almadı. Bundan dolayı da tepki gördünüz. Neden kullanılmadı dizide?

Deniz Gezmiş’in son sözleri tek kelimesine dokunulmadan aynen senaryoda yer aldı. Ama kanal ceza almaktan ve dizinin kaldırılmasından korkarak o bölümü kesti. Biz de yayında gördük. Oysa aynı metin Nihat Behram’ın kitabında yer almış, defalarca mahkemelik olmuş ve beraat etmişti. Elbette metnin kesilmesine çok üzüldük. Deniz Gezmiş’in son arzusu, idam sehpasına Rodrigo’nun Gitar Konçertosu eşliğinde, sırtında parkası, ayağında postallarıyla gitmek ve Taylan Özgür’ün yanına gömülmekti. Son isteğinin bir bölümünü dizide de olsa yerine getirdik ama kontrolümüz dışında cümlesini sansürlemiş olduk. Daha sonra CNN Türk’e Can Yücel’in şiirinden esinlenerek “Aşk Olsun Sana Çocuk” ismiyle Deniz’in son saatlerini anlatan bir kısa film yaptık. O filmde metin eksiksiz yer aldı. Tabi ki kanal ne ceza aldı, ne de kapatıldı.

Hatırla Sevgili dizisi olmasaydı bir neslin çok önemli bir dönemden haberi olmayacaktı.  Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Mahir Çayan’ı, Hüseyin İnan’ı, bu dizi sayesinde tanımış gençler var. Kanlı 1 Mayıs’a, 12 Eylül Darbesi’ne, Kızıldere Olayı’na, Kanlı Pazar’a ve 16 Mart katliamına gözleri tamamen kapalı insanların gözlerini açmaya zorladınız, kitap okumayan bir nesle “Darağcında Üç Fidan” kitabını aldırdınız. Bazı borçların ödendiğini düşünüyor musunz? Gidenlerin anısına saygıyla bir şeyleri öğretebildiniz mi? Yoksa günümüz koşullarında kimsenin gözlerinin açılmayacağını mı düşünüyorsun?

12 Eylül sonrası bizden sonraki kuşaklar bilinçli olarak siyasetten uzak tutuldu. Kuzenim o dönem Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi, çocuklar biraraya gelip fikir üretmesin diye dağcılık kulübü bile kapatılmıştı. Bunun sonucu olarak yeni nesiller ülkelerinde yaşanan trajik olayları bilmeden yetiştiler. Kariyerlerine odaklandılar, hayatın anlamını yaptıkları işlerde bulmaya çalıştılar. Elbette bazıları duyarlı çevrelerde ve hala mücadele eden ebeveyler tarafından büyütüldükleri için farkındalıkları gelişti ama bu çok azı için söylenebilir. Biz işe başladığımızda genç oyuncular arasında bir başbakanın asıldığını bile bilmeyenler vardı. Evet “Hatırla Sevgili” onların yakın tarihe ilgisini çekmiş olabilir. Dizinin ikinci sezonunda gittiğimiz 6 Mayıs’taki anma gününde Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in mezarlarında binlerce genç vardı. Nihat’ın kitabı best seller oldu. Bütün bunları bir popüler kültür ürününün becermesi çok ironik. Hayatlarını kaybeden insanları elbette geri getiremeyiz. Ama unutulmamaları lazım. Unutulmasınlar ki yeni ölümler olmasın.

Genç insanlara siyasetten uzak kaldıkları için yüklenmeden önce bütün bunlar yaşanırken evlerinin penceresinden seyreden yetişkinleri de unutmamak lazım. Evlerinden, yurtlarından kaçmak zorunda kalanları, kayıpları, cezaevlerindeki insanlık dışı işkenceleri görmezden gelerek mutlu mesut hayatına devam eden büyük bir kesim vardı. 12 Eylül süreci ve zihniyeti hala devam etmekte. 35 yıldır bir toplumun körleştirilmesini, yüzeyselleştirilmesini, ideallerinin basitleştirilmesini izliyoruz. Şiddetli bir deprem yaşadık ve hala enkaz altındayız. Ama ben genç nesilden umutluyum. Gezi sürecini çok önemli buluyorum. Bizim yapamadığımız şeyi yaptılar. Kendi fikirlerinden taviz vermeden bir arada durabilmeyi, ortak bir ideal uğruna direnmeyi başardılar. İhtiyacımız olan şey tam da buydu.

Son olarak yaptığınız  çok cesaret isteyen bir işti... O zaman yapılan televizyonla bugünkü televizyon arasında nasıl fark görüyorsun? Bugün olsa aynı şeyleri yapabilir misin? Sansürle çok boğuşulan bu zamanda bu kadar gözler önünde bir işi ne kadar yürütebilirdiniz? Muhteşem Yüzyıl dizisinin bile dava edildiği günümüzde başınıza gelmeyen kalmaz ve 2. Bölümde Türk ahlak yapısına aykırılıktan yayından kaldırılırdınız sanırım.

Bugüne kadar gelmeye gerek kalmadı, 'Bu Kalp Seni Unutur mu?' dizisini yaparken sorunlar başlamıştı zaten. Dizi, 12 Eylül’ün hemen sonrasından günümüze kadar gelecekti. Diyarbakır Cezaevi sahnelerinin ardından hakkımızda dava açılarak engellemeler başladı. Sanki o cezaevinde olanlar hiç yaşanmamış gibi... Ama sadece o sahneler için bile o işi yapmaya değerdi. Ki yaşananların binde birini bile anlatamadık. Evet bugün olsa o işi asla yapamazdık. Bir kere şimdiki televizyon seyircisi bizi izlemezdi. Ayrıca özgürce yazma imkanı bize verilmezdi. Şimdi en basit hikayeler için bile, senaryodan anlayan, anlamayan onlarca kişi fikir beyan edip işe karışıyor. Bu nedenle ucube projeler ortada dönüp duruyor. Yani zamanlama doğruymuş diyebilirim.

Teşekkür ederim, ekleyeceklerinize her zaman açık olan insanlardan size selamlar var.
Bizi unutmadığınız için asıl ben teşekkür ederim. Dizi bittikten altı yıl sonra gelen söyleşi teklifi o işi boşuna yapmadığımızı gösterdi ve beni çok mutlu etti. Çalışması çok zor, manevi olarak çok yoğun bir işti. Ciddi tarih okumaları yapmak, yorumları incelemek ve dönemin sosyal hayatını ıskalamamak gerekiyordu. Sorumluluk istiyordu, hata yapmamak için gözlerimizi dört açmalıydık. 2 yıl boyunca eve kapanıp çalıştım, sabolarımı giyip sadece yemek için mahalle cafesine gittim ama herşeye değerdi. Benim ve benim neslim için bir anlamda terapi gibi oldu. Hayatlarımızı önümüze serdik, açamadığımız kutuları açtık ve insanlara sunduk. O dönemki yol arkadaşlarımla zaman zaman bir araya geldik ve hiç konuşamadığımız şeyleri konuşabildik. Bunu bir sürü insanın yaptığını sonradan öğrendim. Aslında yüzleşmemiz gereken daha çok meselemiz var. Bunun için de bir diziye ihtiyacımız olmamalı...
Bu daha başlangıç diyelim ve yolumuza devam edelim.
İpin ucunu bırakmayan herkese selam!
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER