Hangisi olmasaydı kapitalizm olmazdı, onu tahmin edebilmek zor. Ancak
şurası kesin ki, 1300'lü yıllarda Floransa'dan eski kıtaya faiz karşılığı para
dağıtmayı neredeyse kurumsallaştıran bankacılık hanedanları ve 1600'lü yıllarda
Hollandalı'ların kokulu madde ticareti peşinde koşarken oluşturdukları ilk
gerçek anlamda anonim şirket ve onu takiben ilk borsa, ilk merkez bankası, ilk
ileri dönük satış anlaşmaları gibi sermaye, para ve mal piyasaları kurumları,
sonunda buharlı makinelerin icâdı ile beraber gelen üretim tekniklerindeki
değişimlerle kolkola girerek bizi bu belâ sistemin içine soktular.
Sistemi doğru tanımlamak için gerekli unsurlar elbette üretim
araçlarının mülkiyeti ve bu mülkiyetle beraber oluşan ilişkilerin içinde bir
yerlerde yatıyor. Galiba “insanlığı feodal sistemden kopartan değişim gerçekten
söylenildiği gibi sanayi devrimiyle mi oldu, yoksa yüzyıllar boyunca adım adım
geliştiği gözlemlenebilen sermaye ve para piyasalarının oluşması ile mi?” sorusunu
sormak yerine bunların hem ardışık, hem de karşılıklı etkileşimlerine bakmak
lazım.
Evet, üretim araçlarındaki değişim, bu araçları çalıştırabilmek için
maddenin enerjiye dönüştürülmesi, kırdan kente ekmek peşinde göç, elindeki işe
yabancılaşma filan tamam da, bu devinimlerin sebebi olan sermayenin oluşması,
hatta tabana yayılacak bir şekilde çok kişinin parasının az sayıda birilerinin
elinde toplanması olmasaydı, kim, hangi güçle söz konusu işletmeleri
oluşturacaktı da dünya artık el emeği yerine farbrikasyon imalatla tanışacak,
kişisel üreticiler nasıl olup da boyunlarını bükerek emeklerini bir başkasının
kullanımına sunmak zorunda kalarak süreç boyunca oluşan toplam kârdan
dışlanacaktı?
Kapitalizm isimli pandora çömleğinin (bilinenin aksine kutu değil,
çömlek) kapağını araladığınızda o kadar çok “olmazsa olmaz” değişken fırlıyor
ki dışarıya, emin olun bu karmaşa içinde hangi birini ele alacağını şaşırıyor
insan. Evet, girişte belirttiğimiz gibi sermaye ve üretim elbette önemli ama,
bir de üretilenin satışı gerekli. Satış olmazsa sistem çalışmıyor, demek ki
olmazsa olmazlardan biri.
Sizlere şaşırtıcı gelecek belki ama, erken dönem kapitalistlerin en
büyük kabuslarından birini de bu oluşturuyor zaten. “İnsanların eğer bir
paltosu veya yemek masası varsa (ve onu da zaten biz satmışsak), bir tane daha
edinmeye neden gerek duysunlar? Tüketicilerin ihtiyaç kalemleri bittiğinde, biz
ürettiğimizi kime, nasıl satacağız?” diye kara kara düşünüyor muhteremler.
Bulunan dahiyane çözüm ise, insanlara ihtiyaçları yerine arzuları üzerinden
satış yapmak. Hele ki bir de arzuları sanki ihtiyaçmış gibi algılatabilirseniz,
uf, değmeyin artık kapitalistin keyfine.
Merak etmeyin, pazarlama teorilerini, halkla ilişkiler kavramlarını,
hatta daha da beteri arzu, bilinç ve dışı üzerinden giderek Freud'u filan
anlatacak değilim size. Sonuçta bu sayfaya geldiyseniz, ağzınızın tadı kaçmadan
ve başınız ağrımadan televizyonda yayınlananlar hakkında bir yazı okumak
istemişsiniz, belli.
Ne var ki bir ITV dizisi, söz konusu algı yönetim operasyonunun bir
önceki aşaması olan arzu cilâlamasının en nadide örneklerinden birini ekranlara
getirivermiş, üstelik iki sezonu geride bırakmakla kalmayıp Ocak 2015'te
İngiltere'de yayınlanmaya başlayacak üçüncü sezonun hazırlıklarını da neredeyse
tamamlamış. Eh, pas böyle geldiyse topu göğsümüzle yumuşatıp da kontrollü bir
şekilde ceza sahasına aktarmayalım mı? Yani tamam, ekranda aşk, entrika, para,
görkemli sahneler, savaş dönemi Londra koşulları filan olsun da, biz birazcık
da olsa bunların arka planını merak etmeyelim mi? Halen faaliyette olan ikonik
bir çok katlı İngiliz mağazasının kurucusunun hayatı hikâye edilirken, “acaba
bu adam gerçekte de anlatılan gibi miymiş? Neden bir başka girişimci değil de
bu muhterem konu edilmiş?” türünden sorular sormayalım mı?
“Sormayalım” diyenlere lafım yok, “soralım” diyenler fav'lasın ve
okumaya devam etsin.