Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz
İsmi; Annabel Lee
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee
Göklerde uçan melekler
Kıskanırlardı bizi
Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü bir rüzgarından bulutun
Güzelim Annabel Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni
Mezarı oradadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskanırdı bizi
Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi'
Bir gece rüzgarından bulutun
Üşüdü gitti Annabel Lee
Sevdadan yana kim olursa olsun
Yaşça başça ileri
Geçemezlerdi bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiç biri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee
Ay gelir ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee
Orda gecelerim uzanır beklerim
Sevgilim sevgilim hayatım gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni...
Edgar Allen Poe
Bu son fotoğraf bana ait, geçen yaz Şile'de çekildi. Ben Beşiktaşlı Şile deniz fenerini hayran hayran izlerken evinde misafir olduğum arkadaşım, Sefer'i buradan attılar işte demişti. Teyitli bilgi mi bilemiyorum ama büyük ihtimalle doğru. Doğru olmasa da öğrendiğimde "Aaa!" diye şaşırıp maziyi andığım için öyle olduğuna inanmak istiyorum, böylesi daha romantik. ^.^
Poyraz Karayel’den önce gönül bağı kurduğum yegâne yerli dizi olduğunu söyleyebileceğim Hatırla Sevgili’yi henüz izlemeyip izlemeyi düşünenler için bir parça spoiler vereceğim bu noktada müsaadenizle: Dizinin bir diğer etkileyici sahnesinde Deniz başucunda ağlayan Defne’ye: “Biz birbirimizi bulduk ya. Zaman kısa olmuş ne fark eder, şanslıyız işte.” demişti. Belki haklıydı. Naçizane tarihe bir not düşmek adına anlatmaya çalıştığım bu güzel aşk hikâyesi, Sefer “Buraya kadarmış.” deyip kendisini o uçurumdan aşağı sürüklediğinde bitmişti.
Sema Sefersiz yarım kaldı şüphesiz. Ancak Sefer olmadan da Baba’nın her işine koşan Avukat Sema idi o en başından beri, hikâyesine özellikle Alzheimer hastalığı hususunda sahnelerle yeni bir yön verilebilirdi. Sefer’i o kadar çok sevdiğini gördükten sonra ne kadar inandırıcı olurdu bilmem ama belki bir zaman sonra yine sevebilirdi. Sonunda da her şeyden ve herkesten uzaklara gidebilirdi. Kendisine Jülyetvari trajik bir son münasip görülmüş, son sahnelerini izledim. Sema’nın Sefersizlik acısına dayanamayıp hayatına son vermek istemesi çok şaşılacak bir şey değil aslında. Sevdiği adamın yasını bile yapayalnız tutmuş, yapayalnız toprağa vermiş, görünen o ki ondan başka da kötü gün dostu yokmuş. Onun en sevdiği olmuş, ne mutlu ki onu da en çok seven olmuş. Goethe'nin sevgilisi için dediği gibi birbirlerinin hiçbir şeyi iken her şeyi olmuşlar.
Ama eski sevgili hikâyesiyle en olmayacak karakterin sonunu hazırlamak için tercih edilen cinsiyetçi ve basmakalıp (stereotipik) çözüm, Sema’nın ölüme giderkenki repliklerinde de kendisini başka bir açıdan göstermiş ve Sema kaybının acısına, bir de istemeden yapılan ihanetin (bu ihanet kelimesini de kullanmaktan imtina ediyorum aslında ama başka türlü demek istediğim tam anlaşılmayacak) utancını ve pişmanlığını katarak, yine yapayalnız bir şekilde, oldukça iç karartıcı ve handiyse grotesk bir sahneyle intihar etmiş. Sadece şöyle düşünelim; hani zaten erkeğin cazibesini kullanarak bir kadını baştan çıkarıp tuzak kurması gibi bir örnek bile pek canlanamıyor kafalarımızda ama varsayalım ki aynı tercihi (ya da hatayı diyelim gerekirse) Sefer yapsaydı, Sema’ya kavuşmak için canına kıymadan önce “Seni ben öldürdüm.” gibi pişmanlık içeren cümleler kurar mıydı? O da ölmüş karısına ihanet etmiş gibi hisseder miydi? Hissetse bile, bu durum onun hayatına devam edebilmesine engel olur muydu? Yani demem o ki, tüm o mizojinik esintiler ve kalıpyargılar bir yana, Sema yine ölebilirdi Sefer’e kavuşmak için, sadece içinde vicdan azabı olmayan duygularla varılan bir ölümü hak ediyordu bence.
Sözlerime burada son verirken bu çifti tanımamızda ve 46 hafta boyunca öykülerine ortak olmamızda emeği geçen herkese teşekkür ederim. Fakat tüm o toz duman arasında çok da fark edilmeyen bir şey var ki, onun altını özellikle çizmek istiyorum. Kimsenin doğru dürüst ne olduğunu anlayamadığı ama seyirciye yansıtılmasını profesyonellik dışı ve saygısızca bulduğum ekip içi iç karışıklıklar sonucu, hayat verdiği karakterin hikâyesi bir şekilde yarım kalıp başka bir yön verilerek devam ettirilemeyen, yani şahsi fikrimce bir nevi haksızlığa uğrayan, buna rağmen sadece işini yapan ve zamanı gelince de hiç kimseye hiçbir îmâ ya da iğneleyici bir söz içermeyen güzel bir veda yazısıyla Poyraz Karayel macerasının sonuna geldiğini açıklayan Emel Çölgeçen’e özellikle teşekkür etmek istiyorum. Diziden kendi isteğiyle ayrılmıştı büyük ihtimalle ama şartlar farklı olsaydı böyle mi olurdu, doğrusu emin değilim.
“Sevgili dost, bu hikâyeyi mavi bitir.” yazıyordu Fener’deki görkemli Rum Lisesi’nin duvarında. Yeterince mavi bitirebildim mi bilmiyorum. Takdir sizin.
Sizlere Sefer-Sema hikâyesinin bitişiyle mahrum edildiğimiz bir diğer güzellik olan SefSe tema müziğiyle ve de yazıyı hazırlamaya başladığım andan beri kafamda çalıp duran o hüzünlü Vega şarkısıyla veda etmeden evvel, bu günlerde daha çok Ingmar Bergman’ın “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.” sözüne inanıyor olsam da, en az onun kadar doğruluğuna inanmak istediğim bir diğer sözle bitirmek istiyorum.
“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
Sevgiyle…