Albora evreninde hiçbir unsur tesadüfi olarak kurulmadı. Alya ve biricik oğlu Cihan Deniz, yaşadıkları her ânda bu kurgunun birer parçası oldu. Alya’nın kaza sandığı ve eşi Boran’ı bu dünyadan alıp götüren olay; aylar sonra acı bir gerçek olarak Cihan ile Alya’nın ayaklarına pranga bağladı.
Söze son iki sezonun en iyi projesi, ülkenin her köşesinde ses getiren Uzak Şehir ’in başarısı ile başlamak istiyorum. Uzak Şehir evreninin lezzetini yedinci bölüm itibariyle tatma fırsatı buldum. Tüm çevremin yana yakıla izlediği, her bulunduğum ortamda konuşulan ve bölümlerin içinde yer alan müziklere dahi maruz kaldığım zaman diliminden sonra, elbet merakıma yenik düştüm. Yedinci bölümden hemen önceki cumartesi günü “Bu Uzak Şehir de neymiş?” diyerek ilk bölümü izlemeye başladım. Günün sonunda, yayınlanan altı bölümü bir oturuşta bitirdiğimi fark ettim. Yalan yok. Yayınlanan ilk tanıtımda Sadakat Albora’nın Alya’ya “İstediğin yere git ama torunum burada kalacak.” cümlesi ile aşiret, töre dizisi klişesine ben de düştüm. Merak edip ucundan bile izlemedim. Gelin görün ki etrafımdaki herkes (en ufak bir abartı dahi yok) Uzak Şehir izliyordu. Doğal olarak hikâyeye yoğun bir şekilde maruz kaldım. Hikâyenin konusu yanımda ne zaman konuşulsa konunun yabancısı olduğumdan dolayı daha bir ilgimi çekiyordu. Dillerde Alya, Cihan, Boran, Sadakat Hanım isimleri dolanıp duruyordu. Bir bakıma Uzak Şehir, Alya’nınki gibi benim de mecburiyetim oldu. En azından bir bölümünü izlersem neyi anlatmak istediklerine hâkim olacağımı düşündüm. Yanılmışım. Ne bir bölümü? O hafta sonu tüm hayat akışım durdu. Bölümleri bitirdiğimde tadı damağımda kalmış ve pazartesi gününü soluksuz bekler olmuştum. Anlayacağınız üzere Uzak Şehir zehrini iliklerime kadar içmiş, Mardin’in asi rüzgârına kapılmıştım.
Çok uzun süre boyunca diziyi izlediğimi bile belli etmedim. Paylaşımlardan sakındım. Bu demek olmuyor ki içim içimi yemedi. Sezon içinde Uzak Şehir hakkında değerlendirme yazısı yazıp yazmama konusunda fazlaca tereddüt yaşadım. Bir yandan bu büyüyü bozmak istemedim. Yalnızca seyir zevkime odaklanarak hikâyeyi yaşamayı arzu ettim. Bölüm yorumu yazmış olsaydım projeye karşı eleştirel bakacaktım ve bu durum, benim seyir zevkimi törpüleyecekti. Bu sebeple içimdeki sesi telkin etmeye çalıştım. Bazı bölümlerde kendime hâkim olamadım, X’te ufak cümleler yazdım. Birkaç kişi bu yazılarımı görüce “Bölüm yorumu gelir mi?” diye sorduğunda “Gelmez.” cevabını net bir şekilde vermemin ana sebebi de aslında buydu. Zaman geçtikçe “Sezon değerlendirmesi neden yapmayayım?” düşünceleri beynimin içindeki lunaparkta dönüp durdu. Sonuç olarak, içimde galip gelen tarafla şu an okuduğunuz satırları yazmış bulunuyorum. Tekrar üzerinde duracak olursam; biraz sonra okuyacağınız yazı, Uzak Şehir bölüm yorumu değildir. Bölüm yorumu yazıları yazmayı birkaç sene önce bıraktım. Artık televizyon veya dijital proje yorumları da yazmıyorum. Eğer yazıyı tamamlamayı başarırsam veya yazmaktan vazgeçmezsem; bu yorumu sezon finali bölümü üzerinden sezon değerlendirmesi olarak düşünebilirsiniz.
Yirmi sekiz (benim için yirmi bir) hafta boyunca pazartesi günlerinin gelmesini bekledi(m)k. Pazartesilerini perşembeler ve cumalar izledi. Böylece koca bir sezonu süpürerek bugüne geldik. Öncelikle tüm ekibe canıgönülden şükranlarımı sunuyorum. Yaptıkları iş, hiç kolay değil. Haftalarca ailelerinden, sevdiklerinden, evlerinden, alışık oldukları mahalleden ve hatta İstanbul’dan ayrılıp Mezopotamya’nın masallar diyarı Mardin’e geldiler. Hiç bilmedikleri bir şehirde otel odasını evleri gibi benimsemek zorunda kaldılar. Dile kolay, sekiz ay boyunca her hafta temposu ve hikâyesi yoğun olan bir işe gönül verdiler. Oyuncuların her biri ekranda ve hayat verdikleri rollerde sırıtmadan bir sezon boyunca karakterlerini göğüsledi. Oyunculukları ile kendilerine hayran bıraktıkları gibi, zaman zaman bazıları role öyle bir büründü ki içimiz nefretle doldu. Mesela bu da ayrı bir başarı göstergesi. Ekip ruhu ve kimyası denen o aura sezon boyunca bizimleydi. Keza set arkası ekibini de tebrik etmeden geçmek istemiyorum. Belki de en ağır şartlarda onlar çalıştı. Bölümü haftanın beş günü çekebilmeyi yetiştirmek için çok çabaladılar.
Oyuncu seçimlerindeki başarılarından dolayı yönetmen, yapımcı ve cast ekibini tebrik ediyorum. Başrol couple seçiminde Ozan Akbaba ile Sinem Ünsal’ı bir arada düşünen ve olmasını mümkün kılan herkesi tebrik ediyorum. Yılın değil, son iki sezonun en iyi öngörüsüydü. Bir projede Lale Eren’in imzası varsa mutlaka o işten en az bir ya da iki parlayan yıldız çıkıyor. Lale Hanım’ın (Eren) bu özelliğine gözüm kapalı güvenirim. Kendisine “Yetenek Avcısı” ismini vererek de abartmış sayılmam. Yıllardır işine karşı olan bağlılığını ve özverisini ayrıca takdirle takip ederim. Bu özelliğini öngörerek Sinem Ünsal ile Ozan Akbaba buluşmasında Lale Hanım’ın (Eren) bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Sinem Ünsal ve Ozan Akbaba da bu öngörüyü cevapsız bırakmayarak bayrağı sezon sonuna kadar göğüslediler. Söze öncelik kadınların, diyerek Sinem Ünsal’dan başlamak istiyorum. Sinem Ünsal’ın oyunculuğuyla Mucize Doktor sayesinde tanıştım. Onu takiben her projesini biraz da olsa izlemişliğim vardı. Ülke (ve dünya) çapındaki en büyük sıçrayışı Uzak Şehir ve Alya Albora karakterine hayat vermesiyle başladı, demek abartı olmayacaktır. Başka bir isim olur muydu, diye düşünüyorum.
Kesinlikle olmazdı. Alya Albora için biçilmiş bir kaftan varsa o da Sinem Ünsal’dır. Ondan önce görüşülen birkaç ismi düşününce iyi ki reddetmişler, diyorum. Uzak Şehir ’den sonra Sinem Ünsal’ın rol aldığı önceki işlerine geri dönerek bir kez daha izledim. Aslında izlemekle kalmadım. Bolca analiz yapma fırsatı da buldum. Ayrıca yakın kız arkadaş grubumla konuya dair bolca fikir alışverişinde bulunduk. Herkesin tek noktada fikir birliği yapması boşuna değildi. Sinem Ünsal’ın dönüm noktası Alya Albora’dır. Muhteşem oynuyor, demek Sinem Ünsal’a haksızlık olacaktır. Sinem Ünsal, Alya Albora’ya eşi benzeri olmayan bir şekilde hayat veriyor. Ses tonu, mimikleri, taklitleri, gülüşü, şakayla karışık yüzünün aldığı hâl, bazen içinden çıkan erkek çocuğu fırlamalığı, ağladığında çenesinin titremesi ve dudağını büzmesi, Sadakat tarafından zor(ba)landığında içinden çıkardığı dev kadın ve sayabileceğim birçok unsuru sıralamaya devam edebilirim. Sinem Ünsal’ın, Alya’yı ortaya çıkartırken çalıştığı her nokta o güne kadar cebine doldurduğu birikimlerin sonucunda oluştuğunu söylemek hata olmaz. Sinem Ünsal, Alya ile birlikte içindeki kadını da büyüterek olgunlaştığını seziyorum. Alya Albora bize çok iyi geldi. Sinem Ünsal’ı da ruhen tamamladığına inanıyorum. Oyun gücüne ve karakteri özümlemesine baktığımda hanesine bolca birikim yapmış bir oyuncu. Uzak Şehir ’in başarısı bu sebeple tesadüf değil. Hikâye bir puzzle ve bu puzzle’ın kilit parçalarından biri de Sinem Ünsal.
Ozan Akbaba’yı Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz (EDHO) isimli dizi ile duymaya başladık. EDHO çok uzun soluklu ve ritmini kaybetmeyen ender işlerden biri olarak hafızalara kazınmıştı. Ozan Akbaba esas olarak beni şaşırtmaya Kasaba Doktoru ile başardı. Yıllarca İlyas Çakırbeyli’yi izlerken oyun gücünün nasıl dönüştüğünü görmüştüm. Doktor Kemal’i (Hakan) izlerken bazı sekanslarda beni hayrete düşürmeyi başardı. Sonrasında kısa süreli Ben Bu Cihana Sığmazam geldi, derken herkesin evine bomba gibi bir Uzak Şehir düştü. Cihan Albora karakteri her geçen bölüm insanın içine hapsoldu. Şöyle ki az önce Sinem Ünsal’a ne yazdıysam benzer övgüleri Ozan Akbaba için de sıralayabilirim. Sahne içindeki hayat akışı ve doğal girişleri beni bazen Cihan mı, Ozan mı tereddüdünde bırakıyor. Tabii ki Cihan Albora’da Ozan Akbaba’dan da birkaç parça bulacağız.
Sonuçta Cihan’a hayat veriyor ama benim bahsettiğim o iç içe geçmişlik bambaşka bir algı. Nasıl desem? Cihan’ın toplantılarda veya olay akışındaki beklemelerde dumanı üzerinde tüten çayı, Cihan Deniz ile ilgilenirken Ozan Akbaba’nın baba tarafını görmem, arabadan inerken kolu ile kapıyı kapatma detayı, Kaya ile arasındaki o ağabey- kardeş ilişkisi, biraz biraz hepsinin içine işlemiş gibi bir akış yaratıyor. Ozan Akbaba büyük oynamadan da büyük oynanabileceğini bize Uzak Şehir ile gösteriyor. Sezon içinde Ozan Akbaba’nın oyunculuğunu kıyas etmek amacıyla Kasaba Doktoru ile EDHO’yu yeniden izledim. Aklımda sürekli “Nasıl ya, bu karakterleri aynı kişi nasıl olur da ete kemiğe büründürür?” soruları ile boğuştum. Kendimle çeliştim. Bir yanda Mardin ve Güneydoğu Anadolu ağızını mükemmele yakın konuşan bir adam varken, diğer tarafta İstanbul Türkçesi sayılabilecek bir konuşma stili ile oynayan bambaşka bir karakter vardı. Bu da Ozan Akbaba’nın oyunculuğunun ve yeteneklerinin somut bir göstergesi olmuş. Ozan Akbaba sezon boyunca Cihan Albora’nın ruhundaki katmanları adım adım açmaya devam etti. Var olsun.
Gonca Cilasun müthiş bir karakter değil mi? Hayır, hayır! Sadakat Albora’ya sonra geleceğim. Önce biraz Gonca Cilasun’dan bahsetmek istiyorum. Gonca Cilasun, bende Meryl Streep çağrışımı yapıyor. Kendisine hayranım. Şahane bir kadın. Tam bir çılgın. Çoğu kişinin cesaret edemediği ekstrem sporları yapıyor. Durmayan bir enerjiye sahip. Maşallah, demeden geçmek istemiyorum. Onu izledikçe aklıma bambaşka projeler ve senaryolar doluşuyor. Bir kere çok güzel. İlk bakışta duruşu, Türkçeyi çok iyi konuşması ve tonlaması, ışığının yarattığı etki insanın dikkatini çekiyor. Eski fotoğraflarına baktıkça Fransız dergilerinden çıkmış hissi ile doluyorum. Bugün bir senaryo yazacak olsam, Gonca Cilasun için özel bir hikâye kaleme almak isterdim. Sadakat Albora’nın tam tersi karakterde, yine ayakları yere sağlam basan, güçlü kadın hikâyesinde izlemeyi çok arzu ediyorum. Ellisinden sonra âşık olan bir kadını oynamasını çok isterim. Bu satırları okuyan senarist ve yönetmenlere açık çağrımdır. Gonca Cilasun’un peşini sakın bırakmayın. Gonca Cilasun hanımağa olamayacak kadar kibar, tatlı ve canlılara olan sevgisi sonsuz biri. Bu arada bir o kadar da hanımağalığı üzerine yakıştıran bir oyuncu. Sadakat Albora’yı üzerine inanılmaz oturtmuş. O Mardin ağızı da nedir öyle? İnsanı şoka sokuyor. Sadakat’ı izlerken saçımı başımı çekiştirmeme rağmen sahnelerini izlemekten büyük keyif alıyorum. İyi ki Gonca Cilasun, Sadakat Albora teklifini kabul etmiş. Uzak Şehir için büyük şanslardan biridir.
Hiçbir karakteri atlamak istemiyorum. Derdim kimseyi kırmak ya da gücendirmek değil. Oyuncuların hepsi Uzak Şehir için seçilmiş doğru cast olmuş. Ferit Kaya’nın Öyle Bir Geçer Zaman ki’den beri izleyicisiyimdir. Ferit Kaya’nın Çukur’daki etkisi ayrı ama Uzak Şehir’de anti bir karakteri sempatik hâle dönüştürerek ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtladı. En kilit sahnelerinde bile “Şimdi ne kuntilik yapacak?” diye bekliyorum. Alper Çankaya, âşık bir adamı oynarken iliklerimize kadar hissettirmiyor mu? Keza ona eşlik eden Sahra Şaş da sevdayı her hücremize nakış gibi işliyor. İkisinin uyumu, kimyası ekrana öyle bir yansıyor ki onlar Mardin rüzgârına kapılırken buralarda fırtınalar estiriyorlar. Dilîn Döğer ve Atakan Özkaya isimleri ile Uzak Şehir sayesinde tanıştım. Belli ki her iki isim de sete ayrı bir renk ve neşe katıyor. Kaya ile Zerrin’in talihsizliklerle dolu aşkını izleyiciye dolu dizgin yaşatıyorlar. Bu dört ismi gelecek dönemlerde daha çok duymaya başlayacağımızdan eminim. Yolları açık olsun. Başka bir hayran olduğum oyuncu ise İlkay Kayku’dur. Sezonlarca kendisinin oyunculuğunu Beni Affet dizisinde izledim. Orada nasıl bir oyun gücüne sahip olduğunu bildiğim için Fidan Yenge karakterini izlemek bana sürpriz olmadı. Şimdi bile bu satırları yazarken Fidan’ın tonlamaları kulağımdan silinmiyor. Dizi içinde en çok kızdığımız, sinirlerimizi altüst eden Mine karakterine hayat veren Mine Kılıç’ı tebrik ediyorum. Bir işi yapanı övmek ve tebrik etmek bu kadar zor olmamalı. Mine Kılıç bu hikâyenin günah keçisi oldu. Mine Kılıç’ın her projesini takip ettim. Oyunculuğunu da beğeniyle izlerim. Fandomu ve izleyicilerin tepkisini bir yere kadar anlıyorum ve kabul ediyorum. Uzun zamandır bir karaktere bu kadar öfke beslememiştim. Fakat hikâyeye hizmet etmek için görevini yapan Mine Kılıç, eleştirileri yapacağımız kişi değildir. Orada bir karışıklık yaşanıyor. Emin olun, Mine Kılıç da bu kadar anti-karakter olmayı istemezdi. Kadirciğimiz, biricik Kadir’imize can veren Burak Şafak halis midir? Komedi çeksin izleyelim. Tam ciddi olacağım, onu izlerken bana ayrı bir neşe geliyor. Şeytanın tüy diktiği nadide isimlerden biri olabilir. Zeynep Kankonde’nin ekranda görünme süresinin daha da artmasını istiyorum. On bir yıl önce Ulan İstanbul’da Zeynep Kankonde’yi izlerken “Geleceğin Adile Naşit’i.” demiştim. O nasıl bir yetenek kumkumalığıdır? Yaren Güldiken sadece sahnede salınsa bana yetecek. Su gibi güzelliği var. Allah nazarlardan korusun. Pakize olmak için çok güzel bir kadın. Konuşurken hafiften Mardin ağzı yapmaya çalışması gözümden kaçmıyor. Kadir’in Pakize’yi kaçırmaya çalıştığı sahnede Burak Şafak ile Yaren Güldiken’i izlemekten büyük keyif aldım. Oyun alanı biraz daha açılsa yeteneğini sergilemekten kaçmayacaktır. Cihan’ın deyişiyle “Ihtiyar” ağabeyimiz Sinan Demirer’e selam vermeden konuyu kapatmak istemiyorum. Ozan Akbaba ile yıllardır aynı projelerde yer alması ikisinin birbirlerine olan oyun güveni ekranı aşıp bize atlıyor. Ne büyük bir şans? Aralarındaki derin bağ oyunculuklarına da yansıyor. Cihan’ın güvenli limanı, gözünü kırpmadan ailesini teslim edebileceği tek adam. Uzak Şehir mutfak ekibinden ayrı bir komedi dizisi neden çıkmasın? Hepsi muazzam yetenekler ve her birine bayılıyorum. Bir gün mutlaka başka bir projede birlikte yer almalılar.
Lafı çok uzattım ancak ekibe ve oyunculara teşekkür etmeden yorumlamaya geçemezdim. Tüm bu yazdıklarım ve duygularım sonuna kadar geçerli. Şimdi esas noktamız olan Uzak Şehir’in hikâyesine ve hikâyenin yirmi sekiz bölüm boyunca olan açılımına ya da şöyle söyleyeyim; nasıl akışkan bir hikâyeden kısır döngüye eriştiği hususuna girmeye başlıyorum. Gülizar Irmak’ın kalemine aşina biriyim. Senaristliğini yaptığı dizilerin her birini izledim. Öyle Bir Geçer Zaman ki (ÖBGZK) serüveninden itibaren sıkı takipçisiyim. Ülke izleyicisini Uzak Şehir ile tanıştırdığı için kendisine minnettarım. Temel hikâyesini Lübnan yapımı Al Hayba’dan adapte ettiği Uzak Şehir’i kaleme alarak elini büyük bir taşın altına koydu. Hikâye, zor ve açılımı güç bir hikâye. Olay örgülerini alarak bambaşka bir dünya kurmak ve temel hikâyeden daha çok ses getirmeyi sağlamak, Gülizar Irmak’ın aslında işinin ne kadar ehli olduğunun göstergesidir. Bir iş, kâğıt üzerinde ne kadar iyi hesaplansa bile uygulamaya geçince kurulan o dünya; bazen elde olmayan sebeplerden dolayı bambaşka yollara sapabiliyor. Gülizar Irmak bize rüya gibi ilk beş bölüm sundu. Geri kalan yirmi üç bölüm, ilk beş bölümün paraleli etrafında döndü. İlk beş bölümün hatırına izleyen birçok seyirci var. Türk yapımlarında projeler sete çıkarken az da olsa hazır senaryo ve bölüm hikâyeleriyle çıkıyorlar. Bu noktada ilk çığır açan dizilerden biri ÖBGZK’dir. Geçmiş zaman, yanılmıyorsam ilk on üç bölümün senaryosu hazır bir şekilde sete çıkmışlardı. Kısaca ilk sezonu ceplerinde taşıyorlardı. Gülizar Irmak da böyle bir işin öykü geliştirmesini ve tretman yazımını yapıyordu. Gülizar Irmak’ın kaleminin gücüne inanan biriyim. O günlerde hikâyenin katman katman derinliklerine inip izleyenleri muazzam hislere sürüklüyordu. On beşinci bölüme kadar taşlar yerine oturmuşken sonrasında hikâyeye farklı karakterlerin dahil edilmesi ile hissedilen heyecan solmaya başladı. Bu da dizinin rating puan düşüşlerine kadar yansıdı.
Yazı devam ediyor...