Kiralık Aşk'ın oyuncularına bir buruk veda: Rüzgar gibi geçtiler!

Virgo

Kiralık Aşk için Defne’nin mucizesinin hikayesi diyorlar. Defne de haklı tabii haklı olmasına; ama bence herkesin Kiralık Aşk’ı kendine.

Misal ‘bence’ Kiralık Aşk,  bir yaz akşamı bi’ çılgınlık edip bu dizi hakkındaki ilk düşüncelerimi yazdığım yazıda, kendisi için “gözlerini kısıp gerindikçe beni 32 diş sırıttırmaktan öte fazla bir şey yapacak potansiyeli göstermiyordu” dediğim Barış Arduç’un, prensken kral yaptığı Ömer İplikçi ile benden intikam alması. Kim ne diyebilir?

Etkisi en aşağı birkaç sezona yayılan, romantik komedi türünü deyimi yerindeyse yoktan var eden, beyaz ekranı karizmatik, sert duruşlu ama kalbi bir o kadar yumuşak salon beyefendileri ile dolduran, yerli dizi külliyatının ilk değilse de bir dönemin izleyicisi için ilk örneği Ömer İplikçi. Onun artık bir televizyon kültü olduğunu iddia etsem abartır mıyım diye düşünecek oluyorum, sonra TV’da sadece futbol ve tartışma programı izleyen babamın Ömer İplikçi adına aşina olduğu aklıma geliyor (Hayır. Benden duymadı.. GERÇEKTEN.) Ömer İplikçi, evet, bir kült. Çizimi itibariyle dürüst, karizmatik, yetenekli, başarılı, özgüveni yüksek; kelimenin her anlamıyla tam bir “alpha male”. Ama onu kült yapan -en yüzeysel tabirle- Christian Grey için de sıralayablileceğiniz bu özellikler değil. Ömer’i kült yapan, her bir vasfının altını dolduran hikaye derinliği ve bu derinliğin izleyiciye yansıma biçimi.

Burada Ömer’in ne kadar güzel seven bir adam olduğundan; afilli duruşundan, dokunaklı bakışından, maharetli ellerinden, çapkın gülüşünden bahsetmeyeceğim. Arşivlerde kulaklarına kadar çalışılmış bir anatomisi var. Dahası; Defne’yle Ömer’in büyüsüne kapılmış izleyiciden akıp gelen, benim ifade yeteneğimi katlayacak yüzlercesi, binlercesi var. Ben Ömer’in altını dolduran, onu özel ve farklı kılan detaylardan bahsetmek istiyorum.

Masasında oturup sessizce çizim yapan Ömer’den mesela. İşini yaparken, aklındakini, kalbindekini sahiden o kağıda döktüğüne inandıran Ömer’den. Elinde kadeh, ulaşamadığı kadının hayaliyle çizdiği portreyi gerçekten özlemle okşar gibi görünen kaleminden... 'Aşk Acısı' adını vereceği stilettonun o daima yüksek olan topuğunun, acı çeken kalbine sahiden battığını gözlerinden okuyabildiğiniz Ömer’den.

Passionis’in dâhi tasarımcısı Ömer, en az o “çok güzel seven, aşık Ömer” kadar devleşir ekranda. Hem hikaye hem de oyunculuk açısından, o sürekli vurgulanan “dehâ”nın altı asla boş kalmadığı için külttür Ömer. Christian Louboutin şimdi yanıma gelip “ben bu kırmızı tabanları çizerken ‘rüzgara kapılıp havalanmayı’ anlatmak istedim!” dese beni bir gülme tutmayacağından emin olamam mesela; ama Ömer İplikçi bunu her dediğinde ekrana mıhlanmamak işten değildir. Mütemadiyen bir yerlerde batmak üzere olan Passionis’i kurtarmak adına, daima büyülenmeleri icap eden o Türk, İtalyan, İngiliz müşteriler; hiç ıskalamaksızın Ömer İplikçi tarafından büyülenirler. Ve siz buna “e hadi canım!” demezsiniz çünkü Ömer yaptığı işi anlatırken sadece anlatmaz, yaşar. Başka bir ağızdan kulak tırmalayacak şekilde yapmacık çıkabilecek o şairâne repliklerin her biri; onları çalışıp gelmeden önce Passionis’in bahar koleksiyonunu da bizzat çizip gelmiş gibi doğal ve sahici dökülür Barış Arduç’un ağzından. 

Hikayenin orta sahadan ona verdiği şahane pasları, ıskalamadan 90’a çakan Ömer’in sol ayağıdır Barış Arduç. “Biz yaptığımız işe ayakkabı tasarlamak olarak bakmıyoruz, bir duruş tasarlamaya çalışıyoruz” derken, “kadınlar bizden daha hayatta daha açık ve net, daha akıllıdırlar” derken ifade biçimi o kadar sahicidir ki; bir ayakkabıya sahiden bu hislerin geçebileceğine ikna olursunuz. Yanlış ellerde soğuk, egosantrik, kibirli, nobran bir adam olup çıkabilecek Ömer İplikçi’yi, özgüveni sadece kendi değerini bilmekten ötürü yüksek olan; gururlu ve dik duruşu ise başkalarını hor görmekten değil yalnızca kendiyle yarışmaktan gelen doğru, dürüst adam olarak seyirciye geçirebilmeyi başarır. Rolüne bu noktada muhtemelen kendi içinden de bir şeyler kattığı için...

Ömer’e kendi içinden kattığı şeytan tüyüne değinmemek de olmaz zaten; zira o sakin duruşlu, kelimeleri damlalıkla kullanan Ömer İplikçi’nin içinden zaman zaman yüzeye çıkan muzip, ‘deli’ adam da Ömer’in alamet-i farikalarındandır. Keyifliyken çapkınca kırpılan, öfkelendiğinde, kıskandığında koca koca açılan gözler; gülerken bir tarafı yukarı doğru kıvrılıveren, sinirlendiğinde ise ufak ufak içleri dişlenen dudaklar Barış Arduç’un Ömer İplikçi’ye muziplikle beraber insancıllık, sıcaklık kattığı detaylardır. Aslında daha ilk gün o salon beyefendisi duruşundan beklenmeyen biçimde Seziş’i bozup hiç tanımadığı kızı hunharca öpen Ömer’in içinde de vardır bu hafif deli, sürprizlerle dolu adam; aşkın deliliği ile tanışan Ömer’de ise daha da oturur, kıvam alır. Ömer sahip olduklarına göz dikenlere gözdağının âlâsını vermek konusunda daima iddialıdır; ama misal Doktor Selim’e “İşte ben öyle çok normal bir adam da değilim, geliyorlar bana arada” diyen Ömer ile çok zaman sonra Pamir’e “Defne benim. Ona Albertine diyemezsin mesela. O bizim aramızda, bizim meselemiz.” diyen Ömer’deki fark işte o olgunlaşmayı, o kabına sığmaz “deli deli” adamın içindeki kıvam almışlığı gayet iyi gösterir. Onu bir hırsızlık ithamıyla karşı karşıya bıraktığı için Defne’den özür dileyen pişman fakat biraz karışık, biraz tutuk Ömer ile; çok zaman sonra onu bırakıp gittiği için Defne’den özür dileyecek olan yaralı Ömer arasındaki fark da benzer şekilde muazzamdır. Prensin kral olmasının sözcüklerde kalmadığını, Ömer’e kattığı ruhun olgunlaştığını düşünürsünüz. Sesi bile değişir mesela; zamanında aşık olduğunu kabul etmeyip “hiç iyi değilim Şükrü” diyen Ömer’in sesindeki tınıyla, aşk acısıyla sınanıp 'büyüyen' Ömer’in “ben haklı filan değilim Sinan” deyişinin arasındaki farkı gördüğünüzde, hem karakter hem oyuncu olarak Ömer İplikçi’yle Barış Arduç’un yan yana kat ettiği yolu çok rahat anlarsınız.

Bir romantik komedi prensidir –yahut kralıdır– Ömer, ama ona fena halde yakışan bir şey varsa acıdır galiba. Gülerken, güldürürken de sürprizli biçimde iyidir ama “Mutsuzluktan söz etmek istiyorum. Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun” diyen Turgut Uyar’ın dizelerinden kopup ekrana konmuş bir adam vardır adeta Ömer’in içinde. “Sana karşı ben sakin olamıyorum yenge, öfke taşıyor içimden. Sizin bu yaptığınız var ya.. sırf yapabiliyorsunuz diye birine zulmettiniz siz.” diyen Ömer’in sesi; sözlerinin etkisini ikiye katlayarak düğümler ekran karşısındaki izleyicinin boğazına. “Hayır bilmek istemiyorum. Belki de.. evlenmiştir ne bileyim” diyen Ömer’in nereye kaçıracağını bilemediği gözlerinden demlene demlene koyulaşmış acısıyla beraber, duyabilecekleri karşısındaki ürkekliği, korkusu akar. İso’yla yüzleştiğinde “Bu adama naapar sen biliyor musun?” deyişi kulaklarınızı uğuldatır, ve bu sadece sesinin yüksekliğinden değildir. Ömer “Bak bana bu bizim yolumuz anladın mı?” derken Barış Arduç da artık rolünü kağıt üstünde yazılandan bir adım öteye taşıyabilen, kendi yolunu çizebilen oyunculardan olduğunu söylemektedir bir nevi. “Aşk ahenk ruh birliği... Kaybetmeye değmezdi” derken... Kelimem kalmadı İMDAT!

Bazen, kelimelere de gerek kalmaz zaten. Bazen tek bir sahne; acıyı, pişmanlığı, tükenmişliği, hayattaki seçimlere duyulan öfkeyi anlatmak için yeterlidir. Yitip giden dimdik duruş, çökmüş omuzlar, boğaza dizilmek istermişçesine ısırılan bir kırmızı elma, üstündeki ölü toprağını savuşturmak mümkünmüş gibi silkelenen koltuk, çekiştirilen gömlek... tek bir karesi bile gösterilmemiş bir yılın acısını anlatmaya yeter. Tek kelime gerektirmeden.

Tek bir sahne seçmek çok zordur Ömer’e; ama kelimeleri aşan oyunculuk diye bir şey varsa, pek çok başka şahane sahneye rağmen bu sahne derim. Bu sahne.



Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER