“İnsanlar; canavar ve canavar hikayeleri uydurmayı severler, bunu yaptıkları zaman kendi canavarlıklarını görmezler.”
Andrzej Sapkowski, The Witcher
Sevgili RaniniTv okurları, sizinle burada ilk buluşmamız Witcher dizisini kaleme aldığım ilk yazımla olmuştu. Aradan onca zaman geçti ben de kalemim de hayli sessizleştik. Witcher’ın yazmaya layık bulmadığım aksine beni fantastik evrenden soğutan, göze de akla da kusurlarıyla batan sezonlarından sonra, dizinin umutlarımı hiç yanıma almadan sadece önyargılarla beklediğim dördüncü sezonu hakkında benim cümlelerim çoktan hazırdı: Olmamış, eksik, kopuk… lakin yanıldım. Gerçekten insanın en büyük hapishanesi kendi önyargılarıymış. Peşin hükümlülük kadar da kötü bir yargıç yokmuş. Bu yazımla sizlere hem yeni Witcher’ımızı anlatmak hem de kendi elimle kurduğum bunca önyargının özrünü dilemek istedim ve aldım kalemi elime.
Witcher’ın önceki sezonları ilhamını ve hikayesini aldığı kitaplara göre oldukça dağınıktı. Karakterlerin ne oldukları, neden böyle oldukları ve zamanla neye dönüşecekleri seyirciye asla yansıtılamıyordu. Evren git gide kalabalıklaşıyor; hikayelerin bağlantıları birbirinden uzaklaşıyordu. Bu da izleyiciyi elbette ki diziyi izleme keyfinden de eyleminden de uzaklaştırıyordu. Dizinin yeni sezonunda yanlışlık zincirlerinden kurtulmuş ilk şey; senaryodaki ve karakter örgüsündeki dağınıklıkların yerini belirli bir düzene ve detaylı bir anlatıma bırakmış olması oldu. O, sanki dizideki karakterler hızlı hızlı koşuyor da seyirci de onlara yetişmeye çalışıyor havası yerini izleyiciyi nefes nefese bırakmayacak, karakterleri oldukları yerde de yakalamaya ve anlamaya çalışacak bir havaya bırakmıştı.
Beni diziyle ilgili kendi önyargılarımın pençesine düşüren bir diğer husus da “ondan başkası Rivyalı Geralt olamaz” dediğim Henry Cavill’in yapıma veda etmesiydi. Serinin kitaplarını okuduğum ilk andan beri benim Rivyalı Geralt’ım hep Henry Cavill’dı ama Liam Hemsworth’un bizi Rivyalı Geralt olarak karşıladığı yeni sezon bana aslolan bir şeyi daha hatırlattı: Asıl kalıcı olan hikayedir, isimler değil.
Bu sezonun çıkış noktası serinin Ateş Vaftizi kitabıydı. Serinin en duygusal kitabı buydu ve karakterlerin dönüşümü bu kitapla başlıyordu. Hani bazı yolculuk kitapları vardır, öylesine yollar değildir bu yollar; insandan insana çıkan, insandan acıya çıkan, insandan umuda çıkan ve belki de en önemlisi insandan kendine çıkan… Bu yolculuk, bir Witcher’ın taş kalpliliği, duygusuzluğu, canavar avlaya avlaya kendisinin de bir canavara dönüştüğü hikayesinin tam tersi bir yolda ilerliyordu. Bu yolculuk bir Witcher’ın ben sizin anlattığınız kişi değilim çığlığıydı, bu çığlık sessiz ama bir o kadar da gürültülü bir çığlıktı çünkü Geralt değişiyordu ya da hep olmak istediği şeye dönüşüyordu. Yanında kırk yıl düşünse hiç aklına gelmeyecek yol arkadaşlarıyla, kalbinde kaderin görünmez bağlarla birbirlerine bağladığı sürpriz çocuğu Cirilla’nın varlığıyla, teninde ve ruhunda büyüsünü hissettiği tek aşkı Yennefer’in aşkıyla Geralt bambaşka biri oluyordu.
Bir Witcher, kalın kitapların ve karanlık ağızların anlattığına göre daima yalnız daima sevgisiz olmalıydı. Geralt ise bir ozan bir vampir bir cüce, Nilf olmadığını söyleyen ama tam anlamıyla bir Nilf olan bir adam ve bir okçu ile çıktığı bu yolculukta o kalın kitapların tüm yalancı satırlarını karalamış ve tüm karanlık ağızları susturmuştu.
Yeni sezonda gerçek seyir zevkini sağlayan bu birbirinden bu denli farklı ama birbirine de bir o kadar bağlı ekipti. Hepsi Geralt’ın kızını bulması için tüm evrenin tek kurtuluş umudu olan Ciri’yi kurtarmak için bu yolculuğa çıktıklarını sanıyordu ama hepsi de sonunda tek bir şeye kavuşmak istiyordu: Gerçekten ne için yaşadıklarına, yaşamlarının anlamlarına… Bu yolculukta bizlere kimler eşlik ediyor şimdi size biraz onları anlatacağım.
Milva; benim kadınlar sezonu olarak nitelendirdiğim yeni sezonun kilit isimlerinden biri. Bir okçu, ondan alınan tüm yaşamların intikamını almış, acılarını güce çevirmiş, Brokien Ormanı’nın en yetenekli okçusu. Elfler tarafından Sar’ca yani küçük kız kardeş olarak tanınan kadın lider, Geralt’ın en çaresiz anında onu kurtaran ve ne olursa olsun bildiği doğrulardan vazgeçmeyen korkusuz bir kadın… Bazen bir erkekten daha cesur bazen de bir anne kadar gözü kara. Hatta bu yolculukta grubun erkeklerinin lider olarak gördüğü, seçimlerine saygı duyduğu, okçuluğu kadar ön görüleri de keskin olan bir kadın savaşçı.
Regis, işte o Geralt’ın gerçekten değiştiğini gösteren bir karakter. Bir Witcher ile bir vampirin asla (bir dövüş olmaması şartıyla) bir araya gelmediği hatta yan yana dahi durmadığı bu evrende Regis, Geralt’ın en değerli yol arkadaşlarından biri oluyor. Regis sadece bir vampir değil. Soylu kanı taşıyan, dolunaylarda yarasaya dönüşebilen bir bitki bilimci, cerrah ve simyacı, aynı zamanda da bir söz ustası. El becerileriyle yaraları tedavi ederken dil becerisiyle de birçok yarayı daha açılmadan kapatabiliyor. Geralt’ın Cirilla ile buluştuğu rüyaları görebilen, onun duygularını gerçekten hissedebilen biri olan Regis, görünmezlik yeteneğiyle de yolculuğun birçok tehlikesini bertaraf edebiliyor ve tabi ki Geralt’ın şüphelerle, umutsuzluklarla ve canavarlarla dolu düşüncelerini de…
Cahir, Vicovaro’dan gelen Nilfgaard İmparatorluğu’nun en yetenekli istihbarat subaylarından biri olan, Nif topraklarında doğmasına rağmen kendini asla bir Nilf gibi görmeyen, geçmişte yaptığı tüm hataları bugünüyle telafi etmeye çalışan, içindeki şeytanlarla artık savaşmayan aksine onlarla yaşamayı öğrenen cesur bir asker, aynı zamanda da bir kılıç ustası. Artık o kılıcı bir Witcher’ın kalbine saplamamak gerektiğini öğrenmiş bir kılıç ustası..
Zoltan Chivay, ikinci Nilfgaard Savaşı’nda gazi olmuş, tüm dostlarını, emeklerini kaybetmiş, boyu küçük yüreği büyük bir cüce. Geralt’ın ezelden beri dostu. Cücelerin ince yetenekleriyle dövülmüş kılıcı ve baltası ile Geralt’ın yanında her cephede savaşır ve nedenini sorgulamaz bile çünkü ona göre bir baltayı dostlarını kurtarmak için savurmayacaksan onu neden taşırsın ki?
Jaskier, Geralt’ın sadece burada değil önceki ve sonraki tüm yolculuklarında çok korksa da hep yanında olan, ozanlığı başına hep iş açsa da doğru şarkıları söylemekten asla vazgeçmeyen sivri ve belagatli dili ve bu ekibin en insani en duygusal tarafı…
Bu ekibin gelecek sezonda birbirine daha da bağlanacağından ve kalabalıklaşacağından şüphem yok. Çünkü gittikleri her yere kan ve vahşetten çok sevgi ve umut götürmeyi başarıyorlar.
Witcher’ın bu sezonu benim için kadın karakterlerin parladığı bir sezondu. Kötülüğü git gide büyüyen Vilgefortz’u yok etmek ve Cirilla’yı bulmak için Geralt ve arkadaşları gibi çok emek veren bütün gücünü kullanan Yennefer hem evi olarak gördüğü Aretuza’yı (genç büyücülerin yetiştiği okul) yeniden kurmak hem de umutları ellerinden alınmış şekilde oradan oraya sürüklenen tüm büyücüleri tekrar eski güçlü günlerine kavuşturmak için her şeyden vazgeçiyor, kendinden bile. İşte burada Yennefer’in o geçmiş sezonlardaki kibirli, bencil taraflarından kurtulduğunu, bu kurtuluş sayesinde de kendi sihrinin daha güçlü şekilde alevlendiğini görüyoruz. Onun pusuda bekleyen canavarı kendi kibriydi ve Yennefer o canavarı kendi elleriyle öldürdü. Kazandığını zanneden Vilgefortz’du ama onun hiç bilmediği bir güç Yennefer’in içinde yükseliyordu.
Ayrıca geçen sezonlarda Yennefer’in en güzel ve en güçlü olmak uğruna kendinde en değer verdiği şeyi yani anneliğini feda ettiğini biliyoruz. Bu feda ile Yennefer kendisi için evrendeki tüm duyguların adeta buz kestiğini, kalbinin de soğuyup katılaştığını düşünüyordu ama Cirilla aynı Geralt’ı olduğu gibi onu da değiştirmişti, annelik bir canlıyı karnında taşımak değildi annelik o canı korumak için her şeyi göze alabilmekti. Sezonun son bölümünde Vilgefortz ile tek başına yüzleşmek için gücünü sonuna kadar kullanan Yennefer buzdan kalbini anneliğin ateşiyle artık tamamen eritmişti.
Serinin tüm kitaplarının kendisine çıktığı, Nilfgaard’daki tüm savaşların uğruna yapıldığı elflerden, cücelere, krallardan, büyücülere herkesin peşinden koştuğu Cirilla ise gittiği her yere yıkım ve acı getirdiğini düşünerek; kimliğinden ve kendisinden vazgeçip bir hırsız grubu olan Fareler’e katıldı bu sezon. Artık ne Cintra’nın aslanı olmak istiyordu ne de bir Witcher’ın kaderin çıkmaz sokaklarında sürekli kaybolan kızı olmayı. Özünü ve kökünü ruhunun en derinlerine gömmeye çalışsa da gittiği her yol onu yine Geralt’a ve makul kaderine çıkarıyordu ne de olsa kader kılıcı çift başlıydı ve bunlardan biri de Cirilla’nın ta kendisiydi. Yeni sezonun bu üç kadının (Milva, Yennefer ve Cirilla) ışığıyla parlaması aslında tesadüf değildi. Hikâyenin ve serinin yaratıcısı Andrzej Sapkowski, Polonya’daki feminizm hareketinin en önemli temsilcilerinden biriydi hatta yazar ülkedeki kürtaj yasasını o kadar çok destekledi ki bunu kitaplarına da yansıttı. Sezon boyunca karşımıza hamile olarak çıkan Milva, bu çocuğu doğurup doğurmamakta kararsız olduğunu hissettiği anlarda Geralt ve Cahir kadına seçme hakkı bırakmayan tüm seslere bu durumun bir kadının kendi meselesi olduğunu hatırlatıp duruyordu. Yazara bir söyleşide feminizmi neden bu kadar hassas bir mesele haline getirdiği sorulduğunda ise Sapkowski’nin cevabı oldukça vurucu olmuştu: “Bence doğada dişil unsur hâkim. Kadınlar genellikle erkeklerden daha güçlüdür. Bu dünyanın tüm gücü kadınların elinde olmalı. Hayat ve dünya ise bunu bizim elimize bırakmak içinse oldukça ciddi ve kararlı.”
Karakterleriyle, karakterlerin güçlü yönleri ve zayıflıklarıyla, hikâyenin olması gerektiği yönde usul usul akmasıyla Witcher bu sezon hem kalbime hem de kalemime dokundu. Size bu sezonu tek bir cümle ile anlatmam gerekseydi bu kesinlikle “korkular da benim umutlar da” olurdu…