Virgo
“Kendinden çalmak, bir stildir” demiş Alfred Hitchcock. Yüksek müsadesiyle, kendimden çalacağım. Stil olsun diye değil ama. Aradan geçen ona zamana rağmen onları aylar evvel yazdığım günkü kadar gerçek kaldıkları için:
Defne, Akdeniz defnesi, yaz kış yeşil kalır.
Bu özelliği nedeniyle yüzyıllardır ölümsüzlüğün, kahramanlıkla birleşmiş
erdemin simgesi sayılmıştır. Yaprakları kokulu, şekilleri mızrak ucu gibi,
kenarları dalgalıdır... Efsaneye göre Apollon, bu yapraklardan kendine bir taç
yapmış, ve bu tacı başından ilelebet çıkarmamıştır. Kiralık Aşk da
yarattığı Defne’yi, bu tanımın içini dolduracak derinlik ve incelikte
yaratmıştır; daima yeşil ve taze, katmanlı; bazen mızrak gibi sivri uçlu, bazen
bir deniz gibi dalgalı...
Elçin
Sangu’nun adeta masum, şaşkın, ürkek ama aynı anda bir o kadar güçlü ve
dirayetli Defne’nin içini doldurmak için dünyamıza bir yıldız gibi kaydığını
düşünmüşümdür hep. Defne’deki tazelik, zarafet ve kuvvet; ona can veren Elçin
Sangu’nın kızıl saçlarında, beyaz teninde; dört mevsim yeşil kalan inatçı defne
yaprağının üstündeki turuncuya kaçan sarı defne çiçeği gibi parlar sanki.
Güzel
ve alımlı olduğu kadar şaşkın hatta biraz sarsak bir kahraman olarak düşer
Defne ekranımıza. Ömer’in ona çok kez söyleyeceği gibi “kendini o kadar farkında
olmama” halini çok başarılı ve ölçülü yansıtır Elçin Sangu. Defne’nin içindeki
toyluğu, kalbindeki çocukluğu; onu sersem ve aptal asistan kız klişesine bir
kez bile kaydırmadan geçirir izleyiciye. Önceki Defne’yi anlatmak için nasıl
kemik çerçeveli gözlük, kakül, diş teli gibi klişelere başvurulmamış
ise; Elçin Sangu’nın Çarşamba cadısı saçlı Defne’sinin saflığı, şaşkınlığı
da asla alıklık seviyesinde değildir.
Ömer’in
tek başına mutlu mesut şakıdığını zannettiği kafesine günlerden bir gün pat
diye kondurulan ikinci bir muhabbet kuşu gibidir Defne. Bu kafesin içinde
telaşla, heyecanla kanadını oradan oraya çarpıp yaralanırken, fark etmeden bir
yuva yaratır orada. Ömer’in dünyasına asla ait olmadığını ve olamayacağını
zanneden, ama aynı anda mutfağından başlayarak onun hayatında kendi
cumhuriyetini kuran Defne’nin bu çelişen duygularını, hatta onların bazılarını
farkında bile olmayışını çok iyi verir Elçin Sangu. Ekran karşısındaki
milyonları bile çoktan ağına düşüren Ömer İplikçi’ye aşık olduğunu ancak Nihan
ona söylediğinde anlayan Defne’ye "Pes
artık" diyecek gibi olsanız
da vazgeçersiniz. Çünkü hayranlıkla yanına gelişini izlediği o karizmatik Ömer
İplikçi’nin gözleriyle karşılaşan Defne Topal’ın gözlerinde “çok sevse de ait
olamayacağı” duygusunun gölgesini, çaresizliğini görebilirsiniz. Bunu
kelimelere bile dökmesine gerek kalmaz.
Kelimelere
dökülemeyen duyguların insandır zaten Defne; şartların, yerli yersiz hayatına
müdahale eden her türlü insanın, hatta kimi zaman bizzat kendisinin set
çektiği, ket vurduğu duygular başka çıkış kapısı bulamadığı için Defne’nin
gözlerine dolar. Defne’nin dipsiz bir kuyu olan çaresizliğini Elçin Sangu
gözleriyle aydınlatır çoğu zaman. “Bu kadar zarif ruhlu... derin ve
dokunaklı bakan...” der Defne için Ömer; derin ve dokunaklıdır çünkü
Defne’nin bakışlarında müsaade edilmeyen, dile gelemeyen duyguların demlene
demlene koyulaşan tortusu vardır. Defalarca gitmek zorunda kalan; ve yine
defalarca –kendi deyimi ile– dönüp dönüp geri gelen Defne’yi asla
söyleyebildikleriyle yeterince iyi anlatamaz Ömer’e. Karşı taraftan anlaşılmaz,
hatta affedilemez duran o koskocaman boşlukları açıklayabilecek kelimeler
yazılmamıştır Defne’ye. Defne’nin boşluklarını gözleriyle doldurur Elçin Sangu.
Sadece
gözleriyle de değil ama. Defne’nin yaşadıkları ve yaşayamadıkları karşısında
içinde biriken isyan, Elçin Sangu’nun oyunu ile ekranı delip geçer. “Ben
yapayım... kahvenizi!” deyişi sadece Ömer’in değil ekran başında sizin
suratınıza da tokat gibi iner mesela. Duvara fırlattığı bardakların sizin de
içinizde bir yerleri delip geçtiğini hissedersiniz. “Yemek yiyemiyorum,
uyuyamıyorum, nefes alamıyorum Ömer!” deyişindeki sahiciliği sesini
çatallandırır; birer damla yaş olup dolar gözlerine. Günün birinde her şey
bitip, aslında asla bitemediğinde; sevdiği adamın o sonsuza dek kıvrılmak
istediği omzunu, hep huzur bulduğu kollarını iterken “Bittim ben bitti bırak
artık yeter!” deyişi, Ömer’in
boğazına oturttuğu düğümün aynısından bir tane de sizin boğazınıza oturur, çok
trajik ama bir o kadar da sahicidir. “Senin hayatında bir şey olduğunda önce
ben öğreneceğim. İyi ya da kötü ne olursa olsun, önce gelip bana
söyleyeceksin!” Her bir
sözcüğün üstüne öyle bir basar ki Elçin Sangu, Defne’nin uzun zaman sonra yine,
bu kez kendisini korumak için ket vurmaya çalıştığı duygularını kapıları
açılmış bir baraj gibi döker saçar ortaya.
“O kitabı bana sen mi aldın? Evet. Ben aldım. Ve karşılığında sen Sabo’nun raflarını mı temizledin? Evet. Temizledin mi? Evet. Peki neden kitabı bana
Yasemin verdi? Söyleyemem.”
Bazen söylediğiniz şey 3-5 kelimeden ibaretken, anlattığınız şey 3-5 ömür
ağırlıktadır. Defne’nin kalbinden nihayet bir çıkış yolu bulan 'evet’lerinin
her birine ayrı bir his saklar Elçin Sangu. Mahcubiyeti, mutluluğu, hatta yavaş
yavaş su yüzüne çıkmak isteyen umudu duyarsınız evet’lerinde. 'Söyleyemem'
deyişinde ise; o umudun yelkenlerinin suya düşüşünün sesi yankılanır adeta.
Kırılıp dökülür heceleri, dalgaların arasında boğulur, kaybolur.
Her
şey bir oyunla başladı. Kiralık Aşk olmak gibi bir sırrı, evlenmek
üzere olduğun adama anlatmanın kolay bir yolu yoktur. Ve fakat Defne bu sırrı o
adamın kolunda nikah masasına doğru yürürken, herkesin göz hapsi altında
anlatmayı seçer. Belki yapabileceği en yanlış seçimdir. Ya da en doğru. Bundan
başka bir seçimin kimi nereye götüreceğini bilmek imkansızdır artık, ama
yaptığı seçimi Defne’ye taşıyabileceği en doğru şekilde taşıtır Elçin Sangu.
Koskocaman bir nefes alır Defne’nin içine; sanki kendini ucu bucağı görünmeyen
bir okyanusa, sağ çıkıp çıkamayacağını bilmeden bıraktığını farkındaymış gibi.
Cümlelerinde hem dehşetini ve korkusunu; hem de kuvvetini ve
korkusuzluğunu duyarsınız. Uğruna belki yüzlerce gözyaşı döktüğü sırrı, tek bir
gözyaşı dökmeden sıyırır dudaklarından. Buna rağmen son derece etkileyicidir.
Belki de bu yüzden.
Ama
tek bir sahne seç deseniz, tek bir sahne; o gerçeği anlatmayı seçtiği için
çekip giden ama çok güvendiği doğrularının yanlış olduğunu anladığında geri
dönen adamın “Defnem” deyişinindeki Defne’yi seçerim. “Aşk ahenk ruh
birliği. Belki de hepsi. Kaybetmeye değmezdi.” Değmediğini bildiğini anlatamaz
Ömer’e. Parçalana parçalana öğrendiğini söyleyemez. İçinin, kırık bir vazonun
bir araya gelmesi çok zor parçalarına benzediğini, ama buna rağmen Defne
di Ömer olmayı hiç
bırakamadığını söylediğini duyamazsınız, ama Elçin Sangu’nın hafifçe çatılan
kaşından, titremesin diye sıkıca kenetlenen dudaklarından, uzaklara dalan
gözlerinden bir şiir gibi okursunuz. Oradan Ömer'in söylediklerini duymak
istemediği için kaçıp gitmez; duyarsa onu affedebileceğinden korktuğu
için kaçar. Ve bunu anlarsınız. Tek kelime etmeden.
Yazı devam ediyor...