Ömer'in Beyni
Virgo
Yüksek duvarlarının ardında konuşlanmış mağrur bir şatoyu andıran evinin; hiç görmediğimiz orta katına benzer Ömer İplikçi’nin aklının dehlizleri... Bir yaz akşamı ekranından hayatımızın orta yerine aldığımız Ömer’in kâh kendine ait; kâh bir romanın sayfaları, bir şairin dizleri arasından çekip aldığımız kelimelerini ezber ederiz, ama hep biliriz aklımızın bir köşesinde: Ömer’in âlâmet-i fârikalarından biri – belki de başlıcası – bize açık etmediği aklının orta katında gizlidir.
Bir sabah güneşten mutfağına damlayan masal prensesine bakan Ömer “yeni asistan siz misiniz?” der... Halbuki asıl söylemek istediği “siz gerçek misiniz?”dir. “Bu evin burası güneş almaz matmazel, siz nasıl oldu da burayı ışık ışık ettiniz?” Ömer’in aklının sivri köşelerinden geçerken düşüp kırılır; keskin yamaçlarından aşağı yuvarlanıp parçalanır ama bu sözler... Çünkü o günkü Ömer “ben kimseye güvenmem”lerin Ömer’idir. “İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu”ların Ömer’i... Hayat bu Ömer’e, renklerin siyahla beyazdan ibaret olduğunu; yalanla doğrunun, kötü ile iyinin birbirine karışmayacağını; iki kere ikinin dört ettiğini ve başka hiç bir şey edemeyeceğini fazla küçük bir yaşta fazla acı bir şekilde öğretmiştir. Bu nedenle, üçü de beşi de sorgulamaz Ömer. Onun için olup olabilecek tüm cevaplar, dörttür. Bu yüzden doğruya sarsılmaz biçimde bağlı, yanlışa ise tahammülsüzdür. Bu yüzden durmadan çalışır; bu yüzden bir ayakkabının en eşsizini tasarlamak, tasarladığı eseri ayağında taşıyacak kadının da en kusursuzunu bulmak için diretir. Hep o dörde, o “dört dörtlüğe” ulaşmak için.
"Buzlar kralı", "sıkıcı" Ömer, Everest’in karlı tepesindeki şatosunda mutludur da.. Kar beyazının üstüne siyah gece çökünce Albertine Kayıp’ın satırları arasında kaybolmak ona amcasıyla zamparalık yapmaktan da, İz’le serserilik yapmaktan da ilginç gelir. Bir kadının bir adamın fark etmeden her şeyi haline gelmesinin hikayesi; Ömer’e yepyeni kadınların sıfır kilometre aşklarından da, geçmişin kırıklarıyla dolu eski aşklarından da daha çekici gelir bir şekilde... Çünkü aklının bir köşesinde, o adamın kendisi olduğunu bilir. Dili “aklım başımda değil” der; ama o akıl aslında dehlizlerinin içinde “birbirimize rastlamadan evvelki hayatımız sahiden birbirimizi aramaktan başka bir şey değilmiş” diyeceği kadına odalar hazırlamaktadır. Defne kızıl bir nehir olup dolar Ömer’in aklının dehlizlerine. Güvenmeyen, ikinci şanslara inanmayan, akla karayı karıştırıp griyi bulamayan adamın tüm bildiklerini teker teker sarsar, coşkun dalgaları kaidelerinin sarsılmaz duvarlarında delikler bırakır.
Kumral Ada Mavi Tuna'da “Onu ilk gördüğümde bundan böyle artık benim için çok önemli olacağını sezmiş ve ürkmüştüm. O andan başlayarak yaşantım değişecek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Tamamen kendi isteğimle ve tamamen ‘ben’ oluşumla ilgili olarak...” diyen Buket Uzuner, sanki Ömer’i anlatır bu yüzden... Bir sabah mutfağına dolan kızıl ışığın, gözlerindeki perdeyi kaldırıp ona hayatın renklerini gösterecek kadın olduğunu bilen Ömer’i... Renklenen hayatına gözlerini açtığında gördüğü ilk şeyin; “kökleri geçmişte olan geleceği” olduğunu bilen, ve bunu aklının orta katına kilitleyen Ömer’i...