Çok sevdiğim bir
anonim söz vardır, birkaç yıl önce bir dostumun bana söylediği ve internette de
sık sık karşıma çıkan:
“Acele etme! Hayat bir maraton, sürat koşusu
değil.”
Doğduğumuz günden
itibaren hepimiz koşmaya başlıyoruz. Bazen monoton bir hızda, bazen ise anlam
veremeyecek kadar hızlı bir şekilde... Sürekli bir yere acelemiz var. Aynı anda
onlarca işi bir arada yapmak istiyoruz. Spora gitmek, işte başarılı olmak, ailemizi
ve arkadaşlarımızı ihmal etmemek, gündemi takip etmek vs. Hiç durmadan bir
şeylerin peşindeyiz. Çocukluğumuzdan beri hep bir amacımız var, ulaşmak
istediğimiz bir final noktası. 2 yaşındayken annelerimizin vereceği şeker için
uslu durur, ilk okulda alacağımız karne hediyesi için ders çalışırdık. Sonra
büyüdükçe amaçlarımız o yaşın koşullarıyla değişip durdu. Ancak bazen
hedeflerimize ulaşmak ve aynı anda on iş birden yapma arzusu çakıştığı zaman
hayatın tadını çıkarmadan akıp gittiğini fark etmiyoruz. Klişe olacak belki ama
tam da “Kırmızı güllerin peşinden koşarken, ayaklarımız altında ezilen
papatyaları farkında olmuyoruz” durumunu yaşıyoruz. Hiç ama hiç durmadan bir
maratonda olduğumuzu unutup, hızımızı arttırıyoruz.
Tabii ki Ömer
İplikçi’nin dediği gibi “Hayat, aldığımız
nefeslerle değil, nefesimizi kesen anlarla ölçülür” düşüncesini göz ardı
etmemek gerekir. Heyecan hayatımıza renk katan en önemli unsurlardan biri...
Kontrol edemeyeceğimiz kadar hızlı giden bir aracın içerisinde ya da uçurumun
kenarında olmak hayatın olmazsa olmazlarıdır. Onsuz yemeğin tuzu biberi eksik
olur. Ama burada asıl önemli olan bu maratonda giderken kendi dengemizi
yaratmamız. Eğer bir saat koşuyorsak, o bir saatin sonunda en azından on dakika
mola vererek koşu yaparken etrafımızdaki o güzelim manzaranın tadını çıkarıp
nefes almayı da ihmal etmemeliyiz. Acelemiz yok! Eğer bir şey sahip olmak için
değerliyse, eninde sonunda ona sahip oluruz. Ama ne yazık ki birçoğumuz (ben de
dahil) hayatın karmaşası içerisinde bunları unutup gidiyoruz. Durmak zayıflık
gibi geliyor. Ve işte o noktada hayatın kendisi devreye giriyor.
Bazen biz koşmaya
devam etmek istesek de, hayat ‘dur’ der. Beden bir anda ruha hükmetmeye başlar.
“Madem sen verdiğim mesajları almıyorsun
ve koşmaya devam ediyorsun, o zaman gör bakalım ben seni durdurmasını bilirim”
düşüncesiyle bizleri hasta ederek durdurur. Bir şekilde yavaşlamamızı sağlar.
Çok sevdiğim bir büyüğümün söylediği bir söz vardır hepinizi bildiği: “Ruhumuz hasta olmadan, bedenimiz yatağa
düşmezmiş.” Biz çoğu zaman koşarken ruhumuzun hasta olduğunu fark
edemiyoruz, fark edemediğimiz nokta da iste bunu anlamak ise bedenimiz bir
şekilde yatağa düşüyor. Oysa ki yapmamız gereken çok kolay. Aytekin ya da
Japonlar gibi gün içerisinde dışarı çıkıp nefes egzersizleri yaparak enerjimizi
tazeleyip stresimizi azaltabiliriz:
“Al nefesini, ver. Tekrar al, bekle, bekle,
birazdan vereceksin nefesini, sabırsızlanma, bekle, ver. Al, ver. Al, tut,
tut...”
Aksi takdirde
bunu yapamadığımız noktada hayat Sinan’ın da dediği gibi aceleyle giderken bize
“dur” işaretini Defne’nin dizinin dönmesi gibi çeşitli olaylarla veriyor. Evet,
hadi duralım. Acele etmeyelim. Çünkü bazen hedefimize o kadar ulaşmak istiyoruz
ki, acele ederken hiç farkında olmadan sevdiklerimizin zarar görmesine neden
oluyoruz. Durmak lazım. Biraz nefes almak, düşünmek, bizlerin neyi mutlu
ettiğini fark etmek ya da hedefimizin ne olduğunu hatırlamak için. Ömer,
İtalya’dan dönüp de o kutunun içerisinde tişörtünü bulduğu andan beri bastı
gaza ayağını gidiyor. Kötü bir amacı yok, biliyoruz. Tek istediği ayrı
kaldıkları zamanı telafi etmek adına bir an önce sevdiğiyle yeniden bir arada
olmak. Ancak hepimiz farkındayız ki; Pamir’in de onunla bu yarışta olması
saatte 150 km hızda giden Ömer’in 200 km’ye kadar çıkmasına neden oluyor. Eğer
bu yolda tek başına olsaydı hızını yine belli bir seviyede tutmayı başarırdı,
ama bu yolculuk bir yarışa döndüğü için hız sürekli artıp durdu. Sonuç aslında
belliydi. Kazanacak olan kişinin Pamir olma gibi bir ihtimali bile yoktu. Her
ne kadar Pamir kendisini Seda’ya dile getirdiği “Yavaş yavaş girersin kalbine belki, sakince, kuşatırsın aklını,
beynini, zamanını. Baktığı yerden seni görür. Yavaş yavaş alışkanlık olursun.
Varlığını üflersin kulağına, ne ara işgal edildiğini anlamaz bile.” gibi
sözlerle kandırmaya çalışsa da; ortada o elektrik yoksa kimse kimseye
alışkanlık olduğu için aşık olmaz.