Ve işte zamanı önemsizleştiren o şahane an yaşanmıştı. Bisiklete binmiştik, geri kalan ayağımızı pedala koyup ilerlemeye başlamaktı. Onun içinde yerinde olmayan bir adet kahve makinesi, içi dolu bir buzdolabı ve “Mutlu muyum sanıyorsun. Sence çok mu yolunda her şey?” sözleri yeterli olmuştu. Unutmuştuk, unutmuştu Defne çektiği acıları. Tuzla buz olmuşlardı. “Engel sensin” isyanlarını. O anda aklında olan tek şey yemek yemeyen sevgilisiydi gecenin bir saatinde herkes yattıktan sonra mutfakta onu tutan. Akılla kalp arasındaki pamuk ipliği bir anda kopup gitmişti. Hemen yani... Ve Defne kendi elleriyle pazı sarması yapmaya başlamıştı. Yataktan çıkmayan, kimselerle konuşmayan ve yemek yemeyen Defne mutfaktaydı. Gözlerini açık tutmak için uğraşıp didindi. O acı çeken kalbinin sadece onun elleriyle yaptığı yemekle doyacağını bildiği için... Gururu ve korkularından eser kalmamıştı. Artık pedalı çevirip bisikleti sürüyordu. Önünde taşlarla dolu bir yol vardı belki ama o düşünmeden karşısına çıkan o ilk bisiklete binmişti. Gerisi zaten çorap söküğüydü...
 
Bağımlılık…
 
İso bağımlılık desin, ben aşk diyeyim... Adı her neyse. Eğer karşılıklıysa her şeye değer. Kendisi unuttu galiba bir zamanlar Defne’ye “Aşkın acısı da güzel. Aşkı yaşayamayanlar da var bu dünyada” dediğini. Artık Defne aşkın acı evresini geçti üstelik, sevdiği adam tüm ihtişamıyla karşısında ve onu istiyor. Kalbi onun için hala deli gibi atarken o bisiklete binmesin de Defne ne yapsın. Eğer ucunda yine o kuyulara düşmek ya da düşmek varsa bile, bu onun kararıydı. Ve Defne bu kararından çok da emin görüyordu. Size de öyle görünmedi mi? Her zaman düşüncelerine önem verdiği İso’ya karşı duruşu bu aşkın bitmediğinin bir nevi kabullenişiydi. Hatta başka omuzlarda ağlayacaksa bile bu aşk için yeniden acı çekmeyi bile arzulamasıydı. Ancak bu sefer görünüşe göre omuzda ağlayan İso’nun ta kendisi olacak. Çünkü Defne yine elinde bir tencere dolusu pazı sarmasıyla aşkı ve sevdiği için kalbini ortaya koymaya gidiyor.


 
Hatta belki yeniden ateşe uçmaya... Farkındayız değil mi? Evet...
 
“En fazla alev alır buralar...”
 
Zaten odunlar çok uzun zamandır yerindeydi, onların ve bu aşkın yeniden küllerinden doğması için bir kıvılcım ya da fitildi bize lazım olan. Sağ olsun Pamir Maden de nur topu gibi bir fitil olarak hayatımızdaki yerini aldı. Evinde itinayla baktığı pusula koleksiyonundan bu aşkın yol göstericisi görevinde olduğunu bizlere gösteriyor ama bunu yapma şekli de hepimizin damarına basıyor o ayrı... Şimdilik o konulara girmeyeceğim, çünkü elinde pazı sarmalarıyla deli divane gibi dolaşan Defne’nin yeniden bu aşka balıklama dalmasının verdiği bir mutluluk içerisindeyim. O ikna edici gücüyle Şükrü ağabeye pazıları vermesi, daha sonra ise Derya’ya o kendisinden sonra gelen asistana yaptığının aksine verilmesi gereken tüm talimatları en iyi şekilde vermesi bu aşkın öyle yakın zamanda kolay kolay bitmeyeceğini gösteriyor. Tabii ki bulduğu tişörtle motivasyonunu kazanan Ömer’e de...


 
En sevdiği pazı sarmasını bile yemeyecek kadar mutsuz olan Ömer İplikçi’nin o sarmanın Defne’nin elinden çıktığını öğrenmesiyle birlikte yaşadığı duygu değişimini şu sıralar çok sık yaşamaya başladık. Bulduğu kutuyu açarken ki yüzündeki sert ifade bir anda içimizi ısıtan bir sırıtışa dönerken, yine Şükrü ağabeye “yemeyeceğim” diye isyan eden adam tek bir sözle o pazıları pek bir kendinden geçerek yemeye başladı. Daha sonra aynı durum üretimden yeni çıkan İkinci Şans’ın Defne’nin giydiğini öğrenmesiyle de yaşandı. Uçlarda yaşamak böyle olsa gerek... Aşk işte bizleri bir duygu halinden anında diğer duygu haline geçirebiliyor. Hatta bununla da kalmayıp sahaf sahaf gezdirebiliyor.
 
Aşk ve Gurur’un ilk baskısını bulmak için ne arşınlamıştı Defne o Beyoğlu’ndaki sahafları. En sonunda Şükrü ağabeyin imdadına yetişmesiyle Sabo’nun mağazasında bulmuştu. Ancak bu sefer Sabo’da kitap yoktu. Onun ilk gezdiği sahaflar çarşısında Ömer deli divane dolanıyordu. Sonunda ise aradığı cevabı bulmuştu: “Huysuzun teki. 3 ayda Ankara’dan bulduk. Hayatta vermez.”


 
Ömer İplikçi’nin en sevdiğim özelliği nedir biliyor musunuz? Huysuzları ikna etme gücü. Eh tabi Defne sayesinde bu konuda epey deneyimli. Şimdi ise karşısındaki edebiyat dünyasının tilkilerinden. Ömer’in de ondan az kalır yok neyse ki... Sonuçta kendisi bir dönem hayatındaki herkesten uzaklaşarak kitapları en yakın dostu yapmıştı. Proust’a başlaması da işte o psikolojik karmaşa yaşadığı döneme denk geliyordu: “Çok kolay olmadı anlamam. Hala anlamaya çalışıyorum. En çok Albertine Kayıp etkilemiştir. Bir türlü vazgeçemediğim, dönüp dönüp tekrar okuduğum, her okuduğumda her yere dokunan dokunaklı üslup size öyle dahil ederek anlatır ki hikayeyi; büyükannesini kaybetmesi, Albertine’in gitmesi, geçmişe olan özlemini, bir türlü dinmek bilmeyen acılarını, “Matmazel Albertine gitti”, ıstırap insan psikolojisi…” O konuşsun ben dinleyeyim istedim. Ne de güzel anlatıyordu Proust’un dünyasını, Albertine’in hayatındaki önemini. Yaşadıklarını kendi yaşadıklarıyla benzettiği ise satır aralarında gizliydi. (Yalnız kendisi dağ evinde Defne’yi kitabın sonunu bilmediğini söylemişti meğer Albertine Kayıp’ı çoktan bitirmiş hatta biz onu okurken gördüğümüzde her seferinde yeniden okuyormuş.) Ve onun için bu önemli hatırayı kendisi için Albertine olan birine vermek istiyordu, hakkettiği değeri göreceğine emin olduğu birine... 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER