Bir kıvılcım yeter...
"Aşk, insanın hayatında bir milatmış."
 
Ben değil valla aşkı birebir yaşayan Albertine yani Defo'muz söylüyor.
 
Aşk işte...
 
Üstüne dair onlarca şiir, hikaye yazılsa; filmler çekilse de aslında çok da yaşamayana, hissetmeyene anlatılmaz. Daha doğrusu anlatılamaz...
 
Defne işte...
 
Nasıl aşkı anlatmak zor ise, işte Defo'ciğimizi de anlatmak o kadar zor. Ama zor olduğu kadar da aslında ne kadar şeffaf kalbi. 
 
“Bizim hiç mi sevilecek yanımız yok?" diye annesinin arkasından isyan eden genç kız, o günü hayatının miladı sanırken; aslında aşkmış asıl miladı...
 
Ve bir gün aşık olmuş! 
 
Kuzguni siyah saçlı yakışıklı mı yakışıklı bir kral ile hayat onları bir araya getirmiş. Üstelik belki daha önce birkaç kez kaderin onlara göz kırpmasının ardından, doğru zamanda. Bu hiç beklenmedik anda onları birleştiren o çok özel an ile hiç istemediği bir cendereye soktu Defne’yi bütün güzel şeyleri de beraberinde getiren. Kalmak istedi. Kalamadı. Gitmek istemedi gidemedi. Mülayim, sakin ve huzurlu bir insanken dengesizleşti. Aynen sürekli güven arayan Ömer’in sevdiği kadını aklına nuh gibi çakıp, kalbini ise avucunu açıp onun ellerine koyduğu gibi. İşte aşktı bu... Ne yaparsan yap seni bir kere yakaladı mı, esaretinden kurtulamadığın. Aşk üstüne bir de yaşanmışlıklar ve paylaşılanlar hatta bir de yarım kalanlar eklendiğinde ise hiçbir zaman eski haline dönemediğin. Araya uzun ayrılıklar ve acılar eklense de hatta dönmek istemediğin.


 
Örneğin, bir teknoloji çıksa aklınızdan sevdiğiniz adamı silse sildirmek ister miydiniz? O çok sevdiğim Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da kadın buna başvurmuştu, sonra da onun ardından adam. Ancak hafızaların ve kalplerinden birbirlerini sildirmiş olsalar da, yeniden hayat onları bir araya getirmişti. Defne ise bu teknolojiye başvurmak yerine o yaşadığı unutulmaz anları ve sevdiği adamın canı yansa bile hep kalmasını istemişti. Ömrünün sonuna kadar yaşayamadıklarının pişmanlığıyla ve çiğnenmiş bir kalple, bir yanı aksak, bir yanı kırık yaşamaktan yana tercihini yapmıştı. Teselliyi gözlerini kapattığında gözünün önüne gelen yüzünde buluyordu. Ona bakışlarında, tatlı tatlı gülüşlerinde... Neyse ki ezberlemişti bir gün o yüzün her köşesini bir gün onları bekleyen ayrılık için. Ancak o ayrılık beklediğinden daha uzun sürmüştü. Korkusuna korku, özlemine özlem katmıştı. Peki aşkı? İşte onu ise daha da yüceltmişti. Yine o gözlere baktığında dizlerinin bağı kopuyordu.

Defne’nin hayatı Ömer'den Önce ve Ömer'den Sonra diye ikiye ayrılmış. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olması mümkün değilmiş. İster bulaşıcı hastalık ya da illet deyin; isterseniz dünyanın en güzel ve özel duygusu; nasıl tanımladığımız çok da önemli değil. Tek önemli olan aşkla birlikte hayatımızın değişmesidir. Sen onun karşısına beş kez, on kez hatta on beş kez “bitti” diye haykırsan da, artık onun hayatına girmediği günlere geri dönmen imkansızdır. Aşk biraz da bisiklete binmeye benzer. Çok kötü düşersin, canın acır. Hatta bacağını ve kolunu kırarsın. Aylarca onun yüzünden aksak yaşarsın. Onun hayat kalitene zarar verdiğine kızarak “bir daha binmeyeceğim” diye yeminler edersin. Sonra öyle bir uzun ara verirsin ki, bisiklete binmeyi unuttuğunu sanırsın. Ancak öyle bir an gelir ki, önündeki tek ulaşım aracı o bisiklettir. O an aklına bile gelmez aldığın yeminler hatta uzun zamandır binmediğin, ani bir refleksle binersin bisiklete ve başlarsın sürmeye. Hiç mola vermemiş gibi... İçindedir onu sürmek, bir kere o pedalı çevirdin mi devamı kendiliğinden gelir.


 
Aşk da öyle değil mi? Sen “bitti” diye dünya aleme haykırsan da (geceleri küçük İso’ya bitmediğini söylediğini biliyoruz biz tabii) aradan geçen zamanın bir önemi yoktur. Ta ki şahane bir an yaşayana kadar. O şahane an ise hiç beklemediğin bir anda gelir. Bazen bu garsonluk yaparken çalıştığın lokantanın kapısının önünde, bazen ise hem tanıdık bir o kadar yabancı gelen bir çalışma odasında. 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER