Merak işte...
 
Ne olursa olsun sevdiğin kişiden uzak durmaya karar versen bile, aşk gibi seni peşinden sürükleyen bambaşka bir duygu: Merak... Hani Ömer sormuştu ya: “Bir sene... Hiç haber alamadık birbirimizden. Gerçekten de merak etmedin mi? Neredeyim, kiminleyim, hala senle miyim? Ben ettim. Hem de her gün. Ne yapıyorsun, kimler var yanında, ne yiyorsun, ne içiyorsun, ne hissediyorsun?” Tabii ki Defne de merak ediyordu. Nasıl Ömer, bir küçük kutunun içerisinde bulduğu tişörtle bu sorularının en azından bir kısmının cevabını alsa da; Defne de içten içe öğrenmek istiyordu bir sene boyunca kendi kendine sorup durduğu soruların cevaplarını... Aslında ne Nihan’ın “korkak” ne de Koray’ın “edilgen” demesiydi onu o eve götüren, içinde bir yerlerde yatan meraktı.
 
Bir yıl boyunca neredeyse her sabah birlikte kahvaltı ettikleri, acı ve tatlı anılar yaşadıkları, hayatlarını birleştirme kararı aldıkları, hatta belki de birçok ilki yaşadıkları o şehirdeki soğuk ev yoktu artık. İnsan merak eder tabii sevdiği adamın artık nerede yaşadığını? Defne de o duygunun peşinden Şükrü abiden anahtarı alarak açtı o yeni evin kapılarını... Hatta sadece elindeki anahtarla ana kapısını değil, Ömer’in “Evi merak ettiğini biliyorum, rahatına bak.” teşvikiyle içlerini bizim de bilmediğimiz her odasını... Bize de aslında merak ettiğimiz bir geziydi bu. Ancak bazı odaları sadece Defne görürken, sadece iki tanesini bizim görme şansımız oldu. Garipsedik, yabancılaştık... Defne ve Ömer değişmiş gibi görünseler de aynıydı, ancak içinde bulunduğumuz ve hep olmaya alıştığımız o ev değişmişti. Yabancılaşmıştık. Ta ki çalışma odasına girene kadar... “Nereden buldun bu evi?” sorusuyla “Her şeyi yenilemişsin” söyleminin arkasındaki bir yabancılaşma telaşı, o odanın kapısından içeri girdiğimiz an yok olmuştu. Tanıdıktı, hem de çok tanıdık. Dağ eviyle, şehirdeki evin harmanlanmış bir haliydi. Eskisi gibi tuğla duvarlar, her tarafta resimler, bir gün yakılmayı bekleyen kuzine ve unutulmaz çizimlere imza atılan çalışma masası “Takılıp kaldıklarım da var, eskilerden yani” sözünü onaylar nitelikteydi.


 
Yarım kalanlar...
 
Bazı şeyler yarım kaldığında kendini suçlarsın deli gibi bir gün onu tamamlamak arzusuyla, bazıları ise ilerideki bir acıyı engellemek adına yarım kalmıştır hiç tamamlanmamak üzere. Biz de işte o kapıdan içeri girdiğimiz son zamanlarda kafamızı kurcalayan pamuk ipliğine bağlı yarım kalanlar ve yaşanamamışların peşindeydik. Bir gün tamamlanmaları arzusuyla. Aynen odadaki o resim gibi... Baktığın zaman bir şeyin eksik olduğunu bilirsin, ama o eksiği tamamlamak biraz cesaret ve bir tutam Defne gerekiyordu. Ve o beklenen eksik artık olması gereken yerdeydi. O da biliyordu resme bakarken bir eksiğin olduğunu... Ancak birbirlerini biraz teşvik etmeleri gerekiyordu her zamanki gibi.
 
Ömer: “Bunun biraz daha işi var.”
Defne: “Neden yarım?”
Ömer: “Yarım kaldığım bir döneme denk gelmiş demek ki... Sen denemek ister misin?”
Defne: “Ben mi bitireyim?”
Ömer: “Neden olmasın.”
Defne: “Yok canım bu senin tablon ama yani biraz şuraya…”



 
Alışkanlık...
 
Ya da belki o çok tanıdık gelen duygu, dürtü... İşte o her neyse koyduğu tüm engellere rağmen Defne’nin eline fırçayı almasını sağlamıştı. Hatta “binmeyeceğim” diye inat ettiği bisikletin selesine bir saniye bile düşünmeden oturmasını... Çalışma odasının o ağır kapısı kapanmış ve yaşanan acılar kapının diğer tarafında kalmıştı. Unutmuştuk, unutmuşlardı ayrı geçen ayları. Sanki hiçbir şey yaşanmamışçasına birlikte tamamlanmışlardı yarım kalanları. Yüzlerinde kalbimizi ısıtan ve uzun zamandır özlem duyduğumuz gülümsemeyle...
 
“BİZ... Biz olamıyoruz ki bir türlü...”
“Bence çoktan olduk bile.”
 
Onların birlikte dünyayı umursamadan resim yapmalarını izlerken aklımdan geçen cümleler işte tam da bunlardı. Çoktan BİZ hatta BİR olan iki insan... Kapı kapandığında yine birbirleri için atan iki kalp, daha da kendini öne çıkaran bir uyum ya da isterseniz ruh birliği diyelim. Dediğim gibi nasıl tanımladığımızın önemi yok, hissettiğimizdi önemli olan. Onlar da hissetmiş miydi acaba bizle aynı duyguyu... Birbirini tamamlayarak yarattıkları ikisinin resmi. Maviler ile turuncular... Yan yana düşen iki harf: Ö ile D. Ömer’in Defne’si... Ne kadar tanıdık, ne kadar sıcak. İlk kez Sinan’ın evinde çizdikleri o ayakkabının altında gördüğümde yüzümde beliren gülümseme, bu resmin altında iyice sırıtmaya döndü.   

 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER