Netflix’in yeni dizisi “Geleceğe Mektuplar” ilk iki hafta itibarıyla dünya genelinde en çok izlenen dizilerden biri olmayı başardı. Beni diziye çeken şey ise senaristinin, yıllardır kendisini takip ettiğim ve Kulüp dizisi ile kalemini beğendiğim Rânâ Denizer olmasıydı. Bu satırları da onun bana sağladığı, kendini ifade etme özgürlüğü sayesinde kaleme alıyorum. Siz de bu yazıyı okuyorsanız yine onun sayesinde, onun kurmuş olduğu RaniniTv’nin özgürlükçü atmosferiyle bu mümkün olmuştur. Kendisine bu özgürlüğü biz yazarlara tanıdığı için teşekkür ediyorum ve dost acı söyler deyip içine girmekte çok zorlandığım Geleceğe Mektuplar eleştirime başlıyorum.
Hikaye anlatımına dair meşhurlaşmış bir söz vardır: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Peki bu hikayede bu nasıl gerçekleşiyor. İsminde de geçtiği üzere şehre, geleceğe yazılmış mektuplar ile harekete geçen karakterimiz Elif geliyor, hem kendisinin hem de şehirdeki diğer kişilerin hayatını değiştiriyor. En azından vaat edilen şey o. Değiştirip değiştirmediği konusunda ise çok da emin olamadığım noktalar var. Bu noktaları ayrıntılı olarak tartımaya açmayı umuyorum.
Joseph Campbell, "Kahramanın Sonsuz Yolculuğu" kitabında her hikayede bir kahramanın yolculuğa çıktığından ve bu yolculuk sonucunda değişip, dönüşüp yolculuğunu tamamladığından bahseder. Tarih boyunca anlatılan her hikayede bunun izdüşümünü görebilirsiniz. Bu yolculuk maddi ya da manevi tarzda olabilir. Buradan yola çıkarak bir dizi ya da filmde en çok kim değişip dönüşüyorsa o kişi hikayenin başrolüdür diyebiliriz. Geleceğe Mektuplar için bunu düşündüğümde en çok değişenin Zuhal olduğunu görüyorum. Bu da bizi hikayenin asıl kahramanının Zuhal olduğu sonucuna getiriyor. Zaten dizide birazcık bağ kurabildiğim tek karakter Zuhal oldu. Bu bağ çok daha sağlam ve derinlikli olabilirdi. Bu fırsat kaçmış ne yazık ki. Bana sorarsanız bu hikayenin başrolü Zuhaldi ve hikaye onun perspektifinden anlatılmalıydı. Hatta hikaye Zuhal, Banu ve Elif arasında geçen biyolojik ebeveyn ile seçilmiş ebeveyn hikayesinin numunelerini de barındırıyor. Bu damardan gidilse çok daha sağlam bir şey ortaya çıkabilirmiş.
Pekiyi, seyirciye hikayenin başrolü olarak sunulan karakter kim? Elif. "Kurgusal ve senaryo matematiği olarak Elif başrol olmanın gereklerini yerine getiriyor mu" diye soracak olursak, bu konuda olumlu bir cevap vermek pek de mümkün değil. Hatta final sahnesinde Elif "bir mektup geldi, yıktı, dağıttı ama kendimi bulmama sebep oldu" gibi bir şey söylüyor. Ben de seyirci olarak diyorum ki “Ne yıkıntısından bahsediyorsun, hangi dönüşümden, hiçbir sahnende sahici değildin ki dediğine inanayım”. İçimden buna benzer bir tepki verdim. Çok isterdim inanmak ama ne yazık ki olmadı. Bu sahicilik sorunu dizinin her karakteri için geçerli olan bir sorun ama biz başrolümüz olan Elif ile başlayalım.
Senaryoda karakter ne yaptığı, nasıl yaptığı ve neden yaptığı ile anlaşılır. Bu çok önemli bir kural çünkü biz de karakteri bunlar üzerinden anlamlandırır ve bağ kurmuş oluruz. Elif hikayenin başında annesinin sakladığı mektupları buluyor ve bu mektuplar sonucunda annesi olarak gördüğü kişinin biyolojik annesi olmadığını ve bu konuda kendisine yalan söylendiğini öğreniyor. Şimdi kendimizi Elif’in yerine koyalım ve biraz düşünelim; siz böyle bir şey öğrenseniz ne hissederdiniz? Öfke, hayal kırıklığı, terk edilmişlik, şok gibi pek çok duyguya sebep olacak bir duygusal karmaşa içine düşer insan değil mi? Bunlar içinde en güçlü olanı da öfke olur muhtemelen. Elif dizinin bir kesitinde söylediği “çok öfkeliydim” sözünün altını dolduracak hiçbir eylemde bulunuyor mu? Benim cevabım hayır. Bu yüzden de Elif’e ne başta ne de sonda inanmıyorum. Hele Zuhal’in bu kadar hassas bir konuda kendisine yalan söylediğini öğrendiğinde verdiği tepki, sonrasında gerçek annesi Banu ile buluştuğunda verdiği tepki, bu tepkilerin hiçbiri insani bir duygu barındırmadığı gibi gerçekçi de değildi.
Gerçek annesini bulmadan hayatına devam etmeyeceğini söyleyen bir karakter, kendisine yalan söylediği için öfkeli olduğunu söyleyen bir karakter, bu kadar büyük ve ciddi bir konuda böyle sakin kalıp böyle hiçbir yüzleşme yaşamadan hayatına devam edebilir mi Allah aşkına? Yani dizi vaat ettiği hiçbir şeyi gerçekleştirmeden bitiriyor sezonu. Burada Elif’in duygularını hiç göstermeyip "öfkeliyim" diyerek ortalıkta dolaşması da başka bir senaryo kuralı olan “Anlatma! Göster!” kuralına taban tabana zıt onu da ekleyelim. Ben o öfkeyi görürsem o karaktere inanırım. Ağzından çıkan sözün hiçbir önemi yok. O öfkenin ortaya çıktığı hiçbir sahne de yok. Bu işin peşini bırakmayacağım diyen Elif’in gerçekleştirdiği hiçbir yüzleşme de yok. Bu kadar yokluk içinde, kusura bakma Elifcim senin hiçbir eylemine inanıp senle empati kuramıyorum.
Dizide bağ kurabildiğim ve dizinin asıl başrolü olması gerektiğini düşündüğün kişi olan Zuhal’e gelecek olursak. Aynı formül üzerinden irdeleyelim: Zuhal ne yapıyor, nasıl yapıyor ve neden yapıyor? Bu üç soruya dizi içerisinde en net cevaplar bulacağımız karakter Zuhal. Burada bir başka senaryo kuralı olan istek üzerinden gitmek istiyorum. Bir hikayede başrol karakterin isteğini bilmek ve bu isteğin neden kaynaklandığını bilmek o karakter ile bağ kurmamızı sağlayan ve olay örgüsünü ilerleten en önemli şeydir. Elif’in (yukarıda bahsettiğim sebeplerden ötürü suni olarak ortaya çıkan) isteği hikayeyi ilerletse de asıl bu hikayede en güçlü istediğe sahip kişi Zuhal.
Zuhal ne istiyor? Zuhal bir aile kurmak istiyor. Bu ailenin hayali için yaşıyor. Geçmişte ve gelecekte bu hayali gerçekleştirmek için çeşitli eylemlerde bulunuyor. İlk olarak Mert ile bu hayalini gerçekleştirmek istediğini görüyoruz ama bu ne yazık ki mümkün olmuyor. Abisiyle de bir aile olabilmeyi denemiş, en azından söylediklerinden bunu anlıyoruz. Keşke denediği yerleri görseydik. O zaman gelecekte abisiyle kurduğu ilişki şeklinin seyircide oluşturduğu duygu belki bin katına çıkacaktı. Ben Zuhal’i o sevgisiz büyüdüğü evde abisiyle sevgi bağı kurmaya çalıştığı, onun girdiği işlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği, onun için endişelendiği ve bu abi kardeş ilişkisi içinde sevgiyi bulamadığı için kendisine sanal ve yapay bir dünya yarattığı, yaralı, büyüyememiş küçük bir kız olarak görmek istedim. Büyük ihtimalle de öyle ama bunlar ağızdan çıkan söyler olarak kalınca “Anlatma! Göster!” kuralına uyulmayınca Zuhal’in duygu dünyasına giremiyoruz. Bunları görmediğimiz için de Zuhal’in Elif'le aile kurma girişimine inanamıyoruz. Onunla yaşadığı her şey eğreti duruyor. Sahicilikten uzak. Abisiyle ilişkisi biraz daha eyleme dayalı olduğundan, abisiyle ilişkisi üzerinden, tek bağ kurduğum karakter Zuhal. Bu bağın da çok zayıf olduğunu belirtmeliyim.
Banu’ya gelecek olursak. Gençliğini en iyi anladığımız ve gençlik kısmında bağ kurduğumuz karakter oydu. Yukarıda da bahsettiğim sebeplerden ötürü, ne yaptığını niye yaptığını anladığımızdan onunla bağ kurabiliyorduk. Yetişkin Banu ise geçmişe nazaran seyircinin bağ kurabileceği bir karakter değil. Mert’e olan aşkının tekrar depreşmesini anlıyoruz. Ama Elif’i öğrendiğinde onunla bağ kuramamasının sebebi tek kelimeyle geçiştirildi. "Kürtaj için geç kalmıştım" dedi. İstemediği bir çocuk ile bağ kuramaması tek bir replik ile açıklanmaya çalışıldı. En azından benim bulabildiğim tek mantıklı sebep bu. Bu haliyle yaşanmamış bir gençliği yaşamaya yelken açan, Elif'i çok da umursamayan soğuk bir karakter olarak kaldı hafızamda. Hikaye diğer karakterlerle vakit kaybetmeyip Zuhal, Banu, Elif ve Murat arasında kalabilse çok farklı bir çatışma ve seçilmiş aile hikayesi ortaya çıkabilirdi.
Şimdi bana göre senaryo matematiği açısından hikayenin özünü baltalayan yönlerden biri olan gereksiz sahne ve gereksiz karakterler konusuna gelmek istiyorum. Bu hikayede Seda ve Pelin aksının niye olduğunu anlamlandıramadım. Senaryonun çıkış noktası (Rânâ Hanım'ın belirttiğine göre) kendisinin de yazmış olduğu ve kendisine ulaşmayan geleceğe mektup projesiymiş. Rânâ hanım bu ulaşmayan mektup meselesi üzerinden yola çıkarak, “Geleceğe yazılan mektuplar ulaşsa nasıl olurdu?” sorusuyla bir dizi yazıyor. Şimdi bu aşamada o mektupların ulaştığı kişilerin hayatını temelden sarsması gerekir ki ortaya bir drama çıksın. Biz de dizide geleceğe mektup yazan karakterlerin yazdığı mektupların sonuçlarını izliyoruz. Ama aynı zamanda bir mektupla gerçek annesini bulmaya çalışan Elif’in de hikayesini izliyoruz. Peki ana aksımız ne? Elif’in hikayesi mi? Yoksa gençlerin hikayesi mi? Çünkü ona göre bazı yapısal tercihler yapmamız gerekecek. Dizide bu ana aks tercihi tam olarak yapılmamış olduğu için yan hikayeler ana aksın önüne geçiyor ve onu baltalıyor. Yani dizi Elif üzerine kurulmuş ama beş gencin hikayesini anlatıyor. Bu haliyle de ne beş gence ne de Elif’e yeterli vakit ayıramadığı için dizinin bütün hikayesi derinleşemeden havada kalıyor.
En sorunlu kısım olan Seda- Pelin aksına kronolojik olarak bakacak olursak hikayenin başında Seda ve Mert’in sevgili olduğunu anlıyoruz. Sonra ne olmuş nasıl olmuşsa Seda ablasının müstakbel eşine aşık oluyor. Bu eş de Seda’ya aşıkmış ama ailelerin baskısıyla Pelin'le evlilik yoluna giriyor ve Seda uyuşturucuya bağımlı hale geliyor sonunda da intihar ediyor. Seda neden aşık oldu, neden intihara sürüklendi bunun duygusal olarak altyapısı oluşturulmadığı için karakterle empati kuramıyoruz, kuramadığımız için de varlığı seyirci olarak bana bir şey ifade etmiyor açıkçası. Seda’nın yazdığı mektubun etkileri ise absürt denecek ölçüde. Pelin’in mektubu okuması, kocasının kendisini kardeşiyle aldatmış olduğunu anlaması, kocasının hiçbir şey olmamış gibi tepkisiz halleri. Pelin’nin kardeşini ölüme sürükleyen kocasıyla “sevişme” girişimi. Yani bu sahneler niye var dedirtiyor insana. Hadi kocası mektubu duygusal olarak bitmiş bir evliğin ilanı olarak gördü. Pelin’in verdiği tepkilerin gerçeklikle uzaktan yakından alakası yoktu. Eğer Pelin’e zaman ayrılmış olsa onun bu tepkilerinin altında patolojik rahatsızlıklar falan olduğunu bilsek anlayacağız ama bu haliyle hiç olmamış. Ana hikayeye de hizmet etmediği görülüyor çünkü ikinci bölümden sonra Pelin’i bir daha görmüyoruz.
Dizi Elif'le başlayıp Elif'le bittiğinden; Elif’in Banu, Zuhal ve Murat'la organik bağı olduğundan, bu hikayede dört karakter harici olan kısımlar anlamsız hale geliyor. Teknik olarak anlatacak olursak; ana hikayeye hizmet etmeyen bütün sahneler ve karakterler gereksizdir. Bu yüzden de Seda ve Pelin aksının komple hikayeden çıkarılması gerekliydi. Bu temel bir senaryo matematiği kuralıdır. Rânâ Hanım'ın da bileceği üzere bu kurala “Kill your darlings” de denir. Yani sevdiklerin ana hikayeye hizmet etmiyorsa onları öldür, kes ve at demek. Ne yazık ki Geleceğe Mektuplar dizisi için bu uygulama yapılamamış. Bu kurala uyulmamasının sebebi de başta hikayenin arkadaş grubunun hikayesi olarak tasarlanması. Rânâ Hanım Elif’in hikayesinin sonrasında eklendiğini belirtiyor. Bu da iki ana aksın çarpışmasına ve uyumsuzluğa sebep oluyor.
Bütün bu sorulara rağmen hikaye ilk iki hafta itibarıyla Netflix’in dünyada en çok izlenen ilk 10 dizisi arasına girdi. Bunun sebebi de hikayenin boşluklarının seyircinin hafızasında doldurulacak şekilde olması. Seda’nın anlatılmayan hikayesi, Murat’ın neden baba olmaktan korktuğunun iki üç cümle ile seyircinin kafasında netleşmesi. Geçmişte bu tarz anlatıları çok izlediğimizden boşluklar bir şekilde doluyor. Bu başarı sonrası belki de ikinci sezon gelir ve biz bu anlatılmayan hikayeleri ağız tadı ile izleriz.
Sonuç olarak bu hikaye senaryoyla ilgilenen biri olarak bana pek çok şeyi sorgulattı ve bunların sebeplerini irdelememe neden oldu. Kendimce haklı sebepler de bulduğumu düşünüyorum. Benim için öğrendiklerimi yeniden düşündüğüm bir beyin egzersizi oldu. Hikayenin içine giremeyişimin, karakterler ile bağ kuramayışımım önündeki engelleri anladım. Bu hikaye benim için hakkıyla anlatılamayan Zuhal’in aile kurma hikayesidir. En azından ben öyle hissediyorum. Emeği geçenlerin eline sağlık. Naçizane ifadelerim kırıp döktü ise affola. Eğer yayıncıdan onay alırsa bu ekipten daha iyi bir ikinci sezon bekliyoruz. Çünkü bu karakterler, hikayesi anlatılmaya değer karakterler.