Velhasıl geliyoruz Defne’nin odasına
giren bir adet içi tutuşmuş Ömer İplikçi’ye. Anketimizin galip geleni
olmamasına rağmen, içi yananın yine yine
ve yine Ömer olduğu bir kez daha belli. Bu sahne diyorum ve izninizle
tek geçiyorum. Zira bende yarattığı etki, bir nevi 18. Bölümün sonunda Defne’yi
duvarlara uçuran Ömer İplikçi etkisinin hallicesi. Bölümden yeterince duygu alamayanlarımıza,
veya aldığı duyguların içinde kaybolup divane olanlarımıza geliyor buradaki
yürek burkan Ömer İplikçi etkisi.
Bazen diyorum ki, sevdiğim kitapların,
oyunların, filmlerin; benim içimdeki camdan fanusu kırıp döken tüm kesitlerini
bir de Ömer’e versek hayat vermesi için.... Yer yüzündeki bütün kırık kalp
hikayelerini bir kez de Ömer’den izlesek mesela... Yaralarımızı daha da
kanatsak? Ne dersiniz? Eğer beni bu kadar üzmüş ve acıtmış olmasa bu sahneyi
sarıp sarıp 100 kez izlemek isterdim. Lakin şu an dayanmak isteyeceğimden daha
fazla, en az Ömer’in dilinden döküldüğü kadar “yaralayıcı” benim için. Duyguyu
bu derece geçirebilmesine bir dükkan dolusu şapka çıkarsam sanki kafi gelmez.
Sadece gözlerine dolan yaşlardan, sesine gelen titremeden, tüm o kırılmışlığı,
zedelenmişliği, gücenmişliği iliklerimize kadar geçirmesinden ötürü değil;
aslında hikayenin kağıt üstünde çok daha acıklı bir noktasında duran Defne’nin çıkmazını
bize unutturup, yaşadığı çaresizlikle içimizi parçaladığı için.
Gerçekten de, hikayenin dipsiz bir
kuyusu varsa, onun orta yerinde, kör karanlıkta duran kişisi Defne. Söylediği
yalanın sırtındaki yükü giderek büyürken, çıkış yolları tıkanıyor. Üstelik
sorunun köküne inmekten, daha etkili yollar düşünebilmekten de aciz. Neriman’la gidip yüzleşmeyi, Necmi’den akıl
almayı, veya en azından Sinan’a “hak ettiğim için değil, oyundan kurtulabilmem
için” demeyi ihtimaller dahiline görebilmiş değil. Defne’nin çıkış stratejlerinin
beni sürüklediği endişelerin biri bin para. (Veya 200 bin!) Ve fakat Ömer bir
geliyor, süpürüyor içimizdeki tüm bulutları, sisleri. Hikayenin asıl çaresizi
benim diye haykırıyor, ve hatta belki de bölüm başından beri. Evlenme teklifine
yanıt alamadığı o an gözlerinden geçen endişe, korku; Defne’nin her “yapmayalım,
etmeyelim, söylemeyelim, gizleyelim” deyişinden sonraki “Peki”lerin içinde
saklı hüzün, gücenmişlik; nihayetinde Defne’nin binlerce (hatta belki 200 bin!)
TL’lik “kendisiyle ilgili olmayan” ve fakat kendisi ile de paylaşılmayan meselesinin
aralarına gerdiği o karanlık perde... Ömer’i anlayıp hak vermemek mümkün mü?
Sevdiği kadının 200 bin değil bir kuruşluk derdini bile kendi derdi etmeyi
isteyen bu adamı illa ağlatman, yeter dedirtmen mi lazım Defne? Senin derdin
senden büyük, ve bunu yapmayı elbet zinhar istemedin; ama sana daha verimli bir
çıkış stratejisi çizmezsek durumun gidişatı pek de parlak değil.
Ve fakat biliyoruz ki Defne’nin öyle stratejilerle
filan arası pek yok. Bundan sonra atacağı adımların pek de hesaplı kitaplı
olmayacağı belli. Bir yandan, olmaması da gerek zaten belki. Çünkü kendisi,
Ömer’in bayıldığı kadar “yalın, sıcak, teklifsiz” ve “sarsak”. Biraz da “cadı”
pek tabii. Ki zaten bu yüzden kendisi, ‘Ömer’in Defne’si. Ömer sevmiş,
kalesinden içeri almış, sırça köşkünün en ışıklı köşesine yerleştirmiş. Bize mi
düşer şimdi, kızıp, öfkelenip yermesi?
"Ne tarafa sarsaklasam?"
Sevgili okuyucu, dikkat
buyurmuşsundur ki bu bölüm, yazar da en az hikayenin kahramanı kadar sarsak,
dağınık ve gel-git’li... Biraz hayattan, biraz tepesinden tırnağına inen
ağrılarından, biraz da Defne’den kaptı bunu kendisi. Ama siz kapıdan “yeter artık, yetti!” deyip
gitmeden, içeriyi şöylece bir toplayıp son notlara buyur etmek de istiyor sizi: