Muhteşem Yüzyıl Kösem iyisiyle kötüsüyle, kâh
sendeleyerek kâh harikalar yaratarak 50. bölümünü geride bıraktı. Ekran
yolculuğu daha ne kadar sürer ve 3. sezonunu görebilir mi bilmiyorum ama olumlu
tarafından bakıp devam edeceğini varsayarsak bir nevi yolu yarıladı
diyebiliriz. Malum, dizi sektöründe bir gelenektir, 100. bölümüne erişebilen
işler “dalya” derler. O bölümler ekstra bir özenle, şanlarına yaraşacak şekilde
çekilirler. Bu haftaki bölüm de, “yarı dalya” diye bir kavram uyduracak olursam
eğer, 4. Murad döneminin kritik önem arz eden olaylarını barındıran, özellikle
çarpıcı finaliyle oldukça özenilerek çekilmiş, sezonun öne çıkan bölümlerinden
biri oldu.
Tarih sayfaları 1635 yılını gösterirken bir taraftan 4.
Murad Revan’ı tekrar fethederek çok uzun zaman sonra sefere çıkan ve zaferle
dönen padişah sıfatıyla Osmanlı İmparatorluğu’na eski görkemli günlerinden bir
esinti yaşatırken, diğer taraftan Osmanlı Hanedanlığı’nın aile ağacından bir
yaprak daha kaydı ve Şehzade Bayezid sonu gelmeyen saltanat kavgalarında yitip
giden isimsiz şehzadelerin arasına katıldı. Bir kere daha zafer ve ölüm el ele
yürüdü.
İzlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız oldukça
akıcı bir bölümdü. Bölüm bittiği zaman sanki normalden bayağı bir kısa sürmüş
gibi geldi bana ama aslında yine standart uzunlukta, 2 saatlik bir bölümdü. Son
haftalarda bu hissiyatı sık sık yaşar olduk. Bölümler güzelleştikçe insanın
biraz daha, biraz daha izleyesi geliyor gerçekten. Ancak akıcı olmasına ve
sonlarında coştukça coşmasına rağmen, kendi adıma bir bütün olarak geride
bıraktığımız 3-4 bölüm kadar da başarılı bulmadığım bir bölümdü. Sebeplerine
geleceğim.
Tam tahmin ettiğim gibi geçtiğimiz haftanın finalini
gerçekleştiren suikast girişimi, adam akıllı bir mantığa bağlanmadan bütün
inanılmazlığı ve absürtlüğüyle Muhteşem Yüzyıl tarihinden geçti gitti. Sonradan
dilsiz olduğunu öğrendiğimiz 4. Murad’ın dublörü kendi durumunu bir nebze
kurtarmış olsa da, 38. Orta’nın lideri Ferhat Ağa öldürdüğü adamın suratını görmeyi
beceremeyen, dahası boğuşmalarından sonra ölüp ölmediğinden tam olarak emin
olmak için adamın yüzünü döndürüp bakma ve nefes alıp almadığını kontrol etme
gibi bir gereklilik bile duymayan bir asker olarak yüzyılın aptallıklarından
birine imza attı. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun Yeniçeri teşkilatında
askerlik yapmak kimlere kalmış. Bunlar savaşta düşman askeri diye kendi
takım arkadaşlarını da keser bu kafayla. Evlerden ırak…
Bu kadar iş bilmezcesine gerçekleştirilen bir suikast
girişimi haliyle daha dakikasında ifşa olunca, olaya karışanların kelleleri de
omuzlarının üstünde pek uzun süre kalamadı. Her ne kadar Ferhat Ağa dışında 38.
Orta’dan kimsenin bu suikastta bir dahli olmasa da, isyancı bir birlik
oldukları farzedilerek hepsinin hakkında gereği yapıldı. Ferhat Ağa da sezonun
ilk bölümünden bu yana havada savrulduğunu göremediğimiz 4. Murad’ın meşhur
gürzüyle, kafası ezilmek suretiyle aptallığının cezasını çekti.
Sezonun ilk
bölümünde Topal Recep Paşa da aynı şekilde canından olduğunda buzlanmış da olsa
ortalığın bayağı bir kana bulandığını ibretle görmüştük. Açıkçası içeriğindeki askeri
zafere nazire yapılarak “Kan, Revan” gibi iddialı bir isim verilen bu bölümdeki
bu sahnede de ben daha sert bir şeyler görmek isterdim. Gürz Ferhat Ağa’nın
başına indiğinde etrafa sıçrayan tek damla kan bile görmedik halbuki. Böyle
sahneleri izlemeye bayıldığımdan değil ama gerçekçilik anlamında yazık olmuş bence.
Yeniçeri gülbangını tekrar tekrar kulaklarımızda çınlatan
meşhur “Mohaç” bestesini bol bol dinlediğimiz bu sahneler, şair Nef’inin tanık
olduklarına verdiği tepkiyle de dikkat çekti. “Bu gözler daha neler görecek
kimbilir” diye Deli Hüseyin’e dert yanarken, infazların ertesinde bu gülbangın
sözlerini kendi kendine tekrar ederek olay mahalinden ayrıldı. Şahit olduğu
şeyi onaylamadığını, ortadaki vaziyetten rahatsız olduğunu net bir şekilde
gördük. Sivri diliyle hicvedeceği yeni bir malzeme oldu bu suikast girişimi ve
cezalandırılma yöntemi.
Komplonun esas faili olan Şehzade Bayezid’in hükmünü
çoktan verse de bir süre daha niyetini gizleyen 4. Murad ise Revan Seferi’ne
kaldığı yerden devam etti. Savaş topları Revan Kalesi’ni üstüste bombalayıp
kulelerinden ve dış duvarlarından gayrı bir zarar veremezken, kalenin teslim
edilmesi ve şartlarını görüşmesi üzere Nef’iyi, daha önce yüz yüze görüşme
fırsatı bulduğu Emir Gûne Han’ın huzuruna gönderdi. Geçtiğimiz hafta Acem
elçisi kılığında Sultan Murad’ın otağına geldiğinde Şah Safi’nin kaleyi ve onu
savunan askerleri çoktan gözden çıkardığını söylediği mektubu okuyan Emir Gûne
de hiç tereddüt etmeden teslim şartlarına razı oldu.
Bu sahnelerle ilgili iki tane eleştirim olacak. İlki,
Emir Gûne’nin, Şah Safi’den gelen mektubu okumuş olmasına rağmen fazlasıyla
çabuk bir şekilde teslime ikna olmasıydı. Tabii ki sonunda işin gelip
dayanacağı nokta orası ancak ben yine de bir komutan olarak biraz daha
kendisiyle ve Acem gururuyla mücadele etmesini, ondan sonra kaleyi teslim
etmeye razı olmasını isterdim. Resmen "biri gelse, kaleyi teslim et dese de,
edip kurtulsam" dercesine teklifin üstüne hemen atladı. Bence pek olmadı.
Diğeri de bu sahnede Revan Kalesi olarak tasarlanan CGI
çalışmasının biraz fazla yapay durması oldu. Özellikle Nef’inin Emir Gûne’nin
huzuruna çıkmak için girdiği kapının arkasında görünen koridorun perspektifi
hiç ayarlanamamış gibiydi. CGI çalışması olsa bile Nef’inin öyle görünen bir
koridordan o açıyla Emir Gûne’nin dairesine giremeyeceği çok barizdi. Keşke gerçek
oyuncularla bilgisayar görselleri biraz daha ikna edici şekilde
birleştirilebilseymiş. Hatta konuşmaların geçtiği salon direk set olarak inşa
edilip, sadece o koridor CGI olarak eklenseymiş. Napalım, olan oldu artık. Kısmet bundan sonrakilere.
Revan Seferi’yle ilgili sahnelerin, kalenin tarihte de
savaşmadan teslim edilmiş olması nedeniyle görsel anlamda çok da doyurucu
olmayacağını tahmin etmiştim ve geçen hafta yazmıştım. Beklediğim gibi de oldu.
Yine de bu sahnelerin tamamen boş geçilmemiş olmasını ve 4. Murad ile Emir Gûne
arasında hiç yoktan birebir bir kılıç düellosu tasarlanmasını sevdim. Az da
olsa bir aksiyon izleyebildik. Keşke daha uzun tutulabilseymiş bu kılıç
düellosu, dövüş ilerledikçe sahne daha da şiddetlenip sonra bitseymiş. Ne
diyelim, buna da şükür. Ancak bir kelle de bu sahnede vurulmuş olmasına rağmen
yine son derece kansız ve oldu bitti şeklinde çekilmesini beğenmedim. Acem
elçisi daha ikna edici bir sertlikte düşmeliymiş bence.