Muhteşem Yüzyıl Kösem sezonun en tempolu, en şatafatlı
bölümlerinden biriyle ekrana geldi bu hafta. Dizinin demirbaş karakterlerinden
Safiye Sultan’a veda ettiğimiz bölümde genç ve heyecanlı padişah Sultan Osman’ın
yaklaşan ölümünün ayak seslerini de bütün gücüyle duyduk. Osman makus talihine
koşar adım ilerlerken, geçtiğimiz hafta aylar boyunca karlar altında kalıp kıştan
kırılan payitahtı bu defa da yangın yerine döndü.
Eeeee? Şimdi nereye çuf çufluyoruz?
Genç Osman’ın trajik sonu ve Topkapı Sarayı’nın Yeniçeriler
tarafından basılarak bir padişahın daha önce görülmemiş şekilde askerlerinin
elinde vahşi bir şekilde öldürülmesi Osmanlı tarihindeki en ibretlik olaylardan
biri olduğu için böyle büyük bir isyan ve baskın olayının hakkını yeterince
verebilmek için bölüm tamamıyla bu konuya odaklanan, isyan başlayana kadar
geçen ilk bir saatinde ise hikaye gelişimi üzerinde pek de hakkıyla
duramayan bir bölüm olmuş. Hem Yeniçeriler’in topyekün ayaklanmaya
başlamasının gelişme kısmı yavan kaldı, hem de Safiye Sultan gibi önemli bir
karakterin ölümünün bu kadar baştan savma çekilmesi biraz tadımızı kaçırdı. Yine de
isyan ve baskın sahnelerinin çarpıcılığı için bu detayların biraz
geçiştirilmesini bu defalığına biraz hoş görebiliyorum. Bu konudan sonra bahsedeceğim.
Al şekerim al...Yüzük senin olsun. Taçlarımı da al, kıyafetlerimi de al. Küpelerim de, takılarım da hepsi senin olsun. Al Allah cezanı versin. Al da kurtulalım hepimiz.
Bir kere şu konuda anlaşalım : Safiye Sultan’ın ölümü, her
ne kadar hikayenin ve karakterin geldiği noktada olması gerektiği gibi “önemsiz”
bir ölüm olsa da dizinin süsü püsü ve seyircinin beklentisi açısından olması
gerekenin çok çok altında kaldı. Ölümü esnasında ve ölümü sonrasında cenaze
töreninde gördüğümüz üzere onca yıl en şaşalısından bir saltanat sürdükten
sonra Safiye Sultan artık tamamen güçten düşmüş, eski itibarını kaybetmiş ve
kızı ile sadık hizmetkârı haricinde arkasından ağlayıp gözyaşı dökecek hiçbir
seveni kalmamış bir karakterdi. Buna uygun olarak saray eşrafından neredeyse
kimsenin umurunda olmayan bir şekilde göçtü gitti.
Ancak diğer taraftan
baktığımızda Hülya Avşar’ın etkili performansı eşliğinde neredeyse 20 hafta
boyunca diziyi tek başına sırtlayıp götüren, başrol karakteri Kösem Sultan
dururken hemen hemen bütün seyircilerin asıl favorisi olarak peşinde
sürüklendiği, Kız Kulesi’ndeki esareti süresince görsel olarak dizinin en özenilerek
çekilmiş sahnelerinin merkezinde olan, tek kelimeyle fenomen bir karakterdi. Bu
kadar baştan savma bir ölüm sahnesinden daha fazlasını hakediyordu.
Şu kıyafetimi bir kere bile giydirmeden, şöyle şanıma yaraşır bir şekilde göndermediler beni. Sarayın "Batılı" Sultanı bile olsan, Kraliçe Elizabeth'in kankası, Catherina de' Medici'nin mektup arkadaşı bile olsan sonun üstü el yazılı bir tahta parçası ve bir ibrik su. Valla hakkımı helal etmiyorum.
Oğlunun nihai ölüm haberini gayet tepkisiz ve zaten olmasını
beklermiş gibi bir umursamazlıkla karşılayarak zaten daha ilk dakikadan bir tatsızlığa
sebep olmasından sonra saraya dönüp hareme adım atarak eski günlerini
hatırlamaya başlayacağını anladığım anda karakter için
“Ben Safiye…” ile
başlayan bir monolog duymayı ve karakterin gençliğine flashback yapılmasını o
kadar çok bekledim ki göre göre sadece dizinin ilk bölümünde sarayda sefa
sürdüğü sahnelerin hatırlatılmasını biraz yadırgadım. Sadece o günlerinden
ibaret bir kadın değildi halbuki. O noktaya gelebilmek için çok çekmiş, yüreği
nasır tutmuş biriydi. İlk dizinin son bölümünde karakterin gençliğini
canlandıran Gözde Türker’le bir bölümlüğüne daha çalışılıp karakterin genç bir
kız olarak saraya gelmesi çekilip, hikayesini en önemli satır başlarına
değinecek şekilde özetlemesi gösterilebilirdi.
Aralarındaki husumetin ne
olduğunu anlayamadan öldürülen Kuyucu Murad Paşa’yla olan dertlerine bile bir-iki
cümleyle değinilebilirdi fırsattan istifade. Kurgu bir karakter olan İskender bile dizi serisinin bu meşhur monologlarından birine sahip olmuşken Safiye Sultan'ın bundan mahrum edilmesi hiç olmadı. Dizinin 2 saat 35 dakikayı bulan
bölümlerini görmüşken en fazla 3-5 dakika daha uzun sürecek bir bölüm izlesek ne
olurdu ki yani?
Çok uykum geldi Bülbül. Acık kıvrılayım şuraya.
Bunun yerine Yeniçeri isyanına mümkün olan en çabuk şekilde
geçiş yapabilmek için Safiye Sultan’ı olabilecek en sıradan şekilde uğurlamayı
tercih etti dizi. Hülya Avşar’ın karakter ölürken bile asaletinden hiçbir şey
kaybetmediğini, on yıldan fazla bir süredir hayalini kurduğu taht ve iktidara
ulaşamadan gözleri açık giderken bile onları bir an olsun kırpıştırmayarak,
tereddüt etmeyerek tam bir sultan gibi öldüğünü gösterdiği, son bir defa
oyunculuğunu konuşturduğu sahnesiyle veda ettik Safiye Sultan’a. Dizinin ilk
bölümlerinde fazla donuk bulunan performansı sebebiyle bir kısım seyirciden çok
tepki alan, düşük reytinglere bahane olarak bile gösterilen Avşar, bütün
olumsuz eleştirileri bir daha dillendirilmemelerini sağlayacak şekilde boşa
çıkartan muazzam bir performansla Kösem izleme keyfimize keyif kattı. Geriye
dönüp bakınca Safiye Sultan gibi bir karakteri de kendisinden daha iyi
canlandıracak bir oyuncu bulunamazdı herhalde.
Bir yüzük uğruna ya Rab, ne hayatlar batıyor...
Bu arada Hülya Avşar’ın performansına ek olarak Safiye
Sultan’ın ölüm sahnesini tamamen sırtlanarak götüren pek muhteşem yeni Aytekin
Ataş bestesini de anmadan geçmek olmaz. Cenazeyi ve bu ölüm sahnesini tek
başına yaptı resmen Ataş. İlk dizinin alâmet-i farikalarından olan “Zahid Bizi
Ta'n Eyleme” ve “Var Git Ölüm”e üçüncü bir kardeş gelmiş oldu bu sayede. Bu
sefer geleneksel bir halk türküsü / deyişi değil, kendi bestesiydi sanıyorum.
Aşk-ı Derûn’un yayınlanan iki soundtrack albümünde de “Var Git Ölüm”ü temiz
kayıtla dinleyememiştik ama adını henüz bilemediğimiz bu yeni çalışmasını Kösem’in
yeni sezon başlarında çıkması beklenen soundtrack albümünde görüp arşivlerimize
katabiliriz umarım.