"Pabuçlarımla soğuk mermer arasındaki mesafe kadardır
sultanlığım" dedi küçük adam, şehzade Mustafa. Yine ve yeniden “ama kimse
benimle oynamıyor ki” bakışını atarak. Ne olayların merkezine fırlatılıp bir
piyon misali entrikaların göbeğine düştüğünün farkında, ne de başına ileride
gelecek olan olayların birer birer kucağında peydahlandığının... Tarihin tozlu
sayfaları arasında 'Deli' lakabını bir mıh gibi üzerine yemiş şehzadenin
neden veya nasıl delirdiğini, kafasının içinde patlayan bombaların o tazecik
humuslu topraklara nasıl birer birer dizildiğini dünkü bölüme kadar kaç kişi
sormuştur acaba? Osmanlı’nın sert nizamını hallaç pamuğu gibi sallayan korkunç
bir düzenin tam ortasına hedef olarak konulmuş, konulmakla da kalmamış, aynı
zamanda akli dengesinin cımbızla çekildiği bir dönemin felaketine uğramış bir
şehzadenin nasıl sultan olacağını izliyoruz, izleyeceğiz.
Hani Muhteşem Yüzyıl Kösem’in ani
reyting kaybına uğradığı dönemde çoğu gazeteci çıkıp “izleyici güçlü padişah
ister; onlara güçlü, kudretli padişah verin.” demişti ya, en de istemsiz bir
şekilde kendime sorar olmuştum. Herkes Ertuğrul Gazi’ye, Fatih Sultan Mehmed’e,
Sultan Süleyman’a ‘işte bu benim atam’ der. Lakin bugün neden kimse Sultan
Osman’a, Sultan İbrahim’e ‘Bu da benim atam!’ demez oldu? Neden tarihin
kudretiyle ışıldayan atalarımızı göklere çıkarırken tarihimizin karanlık kaidelerinde
mücadele vermekte zorlananlara ‘atam’ demiyoruz, diyemiyoruz? Herkes aydınlığı, ışığı
görmekten pekâlâ hoşlanır, bununla gurur duymaktan daha da hoşlanır. Mühim olan karanlığa bir mum yakmak değil midir? Biz
tarihimizin kor bir çöle dönüşüp atalarımızın o çölde bir deve misali
kalakalışını bilmediğimizden bugün bu hallere düşmedik mi? Zafer alan 'ata' da,
kaybeden 'ata' değil mi?
İşte tam da bu nedenle insanlarımızın Kösem’i izlemesi
gerektiğini düşünüp hayıflanmıştım bu yazılanlara. Sultan Osman’ın yanlışlarını
da, Sultan Mustafa’nın deliliğini ve deli olmasına neden olan sebepleri de,
Sultan Murad’ın vahşiliğini de ve Sultan İbrahim’in bir hiçliğe ilerleyişini de
görmeliyiz zira. Eğer gözlerimizi sadece zaferlere, güçlere çevirirsek,
geçmişten ders almamız gereken zamanlara gözümüzü kapatırsak ileride kör
karanlıkta kaldığımızda mum yakmayı nasıl becereceğiz?
O nedenle ki Şehzade Mustafa’nın inanılmaz ruh halini
izlemek büyük keyif verici ve ders çıkarıcıydı kendi adıma. Evet, çoğu kurgudan ibaret ve
tarihte yazılmamış sahneler izledik lakin bu şehzadeler yine aynı sebepten bu
hallere düşmediler mi? Sultan Mustafa’yı deli eden yine onu entrika piyonu
olarak kullanan kadınların kötücül ve iktidar hırsına bürünen hükümleri değil miydi? Abisinin merhametine
muhtaç, "kafes sistemi" diye adlandırdığımız, Kösem’in kendi evladının -Sultan İbrahim-
kapısına sırf dışarı çıkamasın diye kurşun döktürmesine kadar varan sistemin
kölesi olması…
İnanın, Kösem’de -RTÜK denilen keskin kılıç dizinin başının üstünde dolaşmasına
rağmen- en iyi işlenen konulardan biri Mustafa’nın eviriliş süreciydi. İkinci
bölümün ardından, yine haremde bir o yana bir bu yana koşturan şehzadenin piyon
olarak sert bir şekilde kullanılması ve Ahmed’in ileride alacağı kararların
Mustafa’nın beynine iğne iğne batacak ve biz sisteme ayak uyduramamış bir padişahın
aynı zamanda nasıl bir köle olduğunu izleyecekken bunun oldukça acı ve gerçek olması ayrı bir duygu yaratıyor insanda: Gerçek, acımasız, zalim ve merhametsiz...
Gelelim bölüm yorumuna…
Yazı devam ediyor...