Muhteşem Yüzyıl Kösem çok fazla karakter, çok fazla yan hikayeyle
başlamış ama gerek hikayelerin sağlam bir temele dayandırılamaması, gerek de hikayelerin
beklenen ilgiyi çekemeyişi bölüm içinde bol bol fazladan ve ‘öylesine’ sahnelerin oluşuna
sebep olmuştu. Bu durumun, uzun vadede çözülmesine sevindim. Çünkü kadronun
artık temizlenerek hem karakterlerin merkez hikaye çevresinde birbirine
bağlanıp seyir zevkini arttırması, hem de yeni gelecek kadro ve karakterler için
temel oluşturulması, sadeleşen karakterlerin dertlerinin izleyiciye kolayca
ulaşmasını ve izleyicilerin de bunu seve seve kabul etmesini sağladı.
Celaliler, Acemiler, Şahin Giray; haremdeki kalfalar,
haznedarlar, yeniçeriler ve son olarak da Mahfiruze’nin beklenmedik vedası
kadronun sadeleşip karakterlerin ana hikaye etrafında çevrelenmesini sağlarken;
Dilruba’nın “anası kılıklı cadıya” dönüşmesi, Meleki’nin Kösem’e ettiği zekice
yardımların ön plana çıkması ve Mustafa’nın "deli" hikâyesinin başlangıcı da
yakında kadroya eklenecek olan oyuncuların ve karakterlerin büyümüş hallerinin de yeni ve sağlam yan hikayeler yolunda ilerlediğini gösteriyor.
Karakterlerin temelleri şimdi çocukluklarından itibaren sağlam kurulduğundan ileride
yazılacak yan hikâyelerin daha sağlam, daha içten ve daha tanıdık olacağını
göreceğiz. Yani bugün “anası kılıklı” dediğimiz Dilruba’ya yarın yine aynı şeyleri
söyleyerek kendimizi büyümüş Ferhunde’nin hikâyesini izlerken ki tanıdık duygularını hissedeceğiz.
Uzun bir bölüm izledik ama bölümle sürüklenip gittik. Aynı
anda hem heyecan, aksiyonu bir arada hissederken, hem aşırı duygusal ve
dramatik sahneleri de izlerken bulduk kendimizi. Gerilip heyecanlanırken, hemen
ardından duygulanıp süzüldük. Hatta Cennet’in The Walking Dead temsili Bülbül’e
yakalanmamak için cesetlerin yanına yatıp ölü taklidi yapması gibi esprili
gülünç sahnelere bile şahit olduk. Lezzetini damağımızda aldığımız bol çeşnili aşure misali bir bölüm
sindirdik.
Ne güzeldir Hürrem Sultan, ne güzeldir Muhteşem Yüzyıl.
Kuyucu Murad Paşa, Kanuni’nin veda konuşmasını anlatırken kendimi Muhteşem
Yüzyıl’ın içinde bulmuştum ama Safiye Sultan, Hürrem’in dudaklarından dökülen
sözcükleri, “Derler ki, cihanın bütün kadınları birleşse onun fısıltısını bile
bastıramaz." dediğinde, asıl Muhteşem Yüzyıl izlediğimi anlayıp duygulandım. Hele
Safiye Sultan, Kösem’e kudret yüzüğünün hikayesini anlatınca kendimi adeta "Kadınlar
Saltanatı" içinde hissedip gerildim. Bir yandan da Hürrem’i donuna kadar sömüren
Kösem’in eline yeni bir malzeme geçtiğini görmek, Safiye’nin parmaklarından o
yüzüğün su gibi akacağının gerekçesini vermiş oldu.
Nitekim öyle de oldu. Kösem
Safiye Sultan’ı ziyaret ettiğinde, güç yüzüğünü de yakında ele geçireceğinin
müjdesini verdi vermesine de, esas
Safiye Sultan’ın o sahnede, birçok izleyicinin haftalar önce yakındığı konuya
yeniden nokta koyuşu mühimdi asıl. Safiye’nin, mahzenin soğuk duvarları
arasında asaletini koruyarak tacını bile çıkarmadan ki duruşu eşliğinde, Kösem’e
hayıflanması oldukça anlamlıydı. Safiye’nin, kırk yılda ulaştığı noktaya Kösem’in
hızlıca, hiç çaba sarf etmeden, Safiye’nin deyimiyle gücün eline “altın tepside”
verilişi bize Kösem’in bilerek itici gösterilişini de anlatmış oldu.
Keza
Safiye’nin kendisine ve kendisinden önce gelen kadınlara haksızlık yapıldığını
düşünüp didinerek kazandıkları güce Kösem’in hiçbir mücadele vermeyip gökten
zembille inerek konmasının hayıflanışını hepimiz sezdik. Bilerek hafiften itici
gösterilen Kösem’in mücadelesinin de Ahmed’den sonra başlayacağını bir kez daha
anladık çünkü Ahmed’in ölü bilindiği zamanda, Kösem’in hiçbir gücü yokken nasıl
didinip hanedanı kurtardığını görmüş, böylece ileride Ahmed öldüğünde
Kösem’in şişkin gücü yokken bile zekâsı ve mücadele azmiyle hanedanı nasıl
kurtarma azmine girişeceğini anlamış olduk.
Oyuncuların da kendini bir hayli geliştirmesi gözümüzden
kaçmadı. Birkaç bölümdür sönük kalan Ekin Koç resmen "junior Halit Ergenç" edasıyla bir
kez daha kendisinden başka kimsenin Sultan Ahmed adayı olamayacağını gösterdi
bizlere. Kösem’i öldü sanıp cesetleri teker teker yoklayışı ve ardından Kösem’le
karşılaşıp anlık hasret giderişi öyle güzel, öyle anlamlıydı ki Ekin Koç-Beren Saat uyumunun
enerjisine bir kez daha hayret ettim. Hülya Avşar, Safiye Sultan’ı oynuyor mu
yoksa Safiye Sultan oldu mu, anlamış değilim.
Şimdi buraya her oyuncuyu yazmayacağım elbette, Mustafa rolünü oynayan Alihan Türkdemir hariç. İkinci bölümün son sahnesinden itibaren birçok
izleyicinin Hollywood’a sürüklediği Alihan Türkdemir bize yine dehşet ötesi bir
performans sergiledi. Tahta oturduğunda o etrafa bakışı, hiçbir şey
anlayamayışı, elini tutuşu ve ayaklarının bile yere değmeyişi… Sultan olma isteği
bile varsa kaçmıştır artık küçük şehzadenin içinden.
Lakin en çok da Ahmed’in
kara bir atla geldiğini gören Mustafa’nın büyük bir sevinçle "Abi!"diye bağırması, ancak
Ahmed’in onu sanki bile bile görmezden gelip, sinirle geçişi incitti içimizi. Mustafa’nın en güvendiği insanın, padişah olduğunda bile
ağabeyliğini esirgemediği bir insanın en zor anında ve neden orada olduğunu dahi
anlamadığı bir ortamda sanki tüm suç onunmuş gibi sürüklenmesi yaktı kavurdu. Şimdi bu çocuk kafese kapatılacak,
şimdi bu çocuk delirecek. RTÜK kuşu şehzadeyi odasından çıkarmasaydı kim bilir
nasıl bir sahne izleyecektik, o da ayrı muamma.
Peki ya Mahfiruze'nin ani ve beklenmedik ölümü?
Yazı devam ediyor...