Fazilet Hanım ve Kızları: O zaman bize inanacak yeni bir şey lazım…

O zaman bize inanacak yeni bir şey lazım…
Mutluyuz en azından, bu da bir şeydir be abi.
Neyse ki böyle süper geyik bir cümle armağan etmiş bizlere Mahir Günşıray da (İlk yazıdan sonra varlığından haberdar olduğum kaosu, rezaleti, yükselmesi, çakılması bitmemiş olsa da çoğunlukla çok eğlenceli bulduğum ve keşfettikten sonra finale kadar gizli gizli stalk’lamaktan kendimi alamadığım twitter’daki cefakâr YağHaz fandom sağolsun.) çok da şeetmiyoruz.


"Öyle yalanlar saklanıyor ki gözlerime, canım acıyor."  Özdemir Asaf

Evet, üçüncü sezon olacak mı olmayacak mı diye muhtelif internet sayfaları yenilenirken sonunda final bölümü gelip çatmıştı. Tabii ki düğümü atılıp arapsaçına döndürülerek öylece bırakılan bir sürü hikâyenin adamakıllı çözümü bir bölüme sığamayacaktı. Nitekim öyle de oldu. En az bir sezonluk olay tek bir bölüme sığdırılınca zaman algım şaştı şahsen benim. Hazan aynı gece Tuzla’ya gitti, Sarıyer’e döndü, sonrasında aynı kıyafetlerle babasının mezarında takıldı. Ben bir bok anlamadım o zaman çizelgesinden afedersiniz. Sonrasında zaten beklenildiği üzere zaman atlamasıyla bir yıl sonrasına gidildi falan filan. Peki biz son bölümde bile yeteri kadar YağHaz görebildik mi? Nöööö. Olan sahneler de laf olsun diye yazılmış gibiydi. Yasemin’le Gökhan’ın sahnesi bile daha vurucu değil miydi yahu? Buyrun yavaştan inceleyelim:


"Zamanı gelince yüzüme vurmak için mi?"

Sinan sadece Yağız’ı değil, kendisiyle birlikte ailesini de batırdığını anlamaktan aciz bir şekilde, bir takım elbise bir insana ne kadar yakışmayabilirse o kadar yakışmamış olan takım elbisesiyle salonun ortasında kasım kasım kasılırken, gerçeği öğrenen Kerime’nin ayaklarının dibine bayılmasını bile umursamamış (Nil’in üstünden de atlayıp geçmemiş miydi zaten daha ilk bölümde?), Yağız’ın tepkisini bekliyordu. Babasından cevap alamayan Yağız her şeyin gerçek olduğunu anlamış, Hazan’ın bakışlarından kendisinden saklanan sırrın da bu olduğunu çözmüştü. Sinan Yağız’ı iyice acıtmak için Hazan’ın da bu sırra ortak olduğunu iyice vurgulayıp, bir de o saçma sapan fedakarlık dediği yalanı Yağız’ın yüzüne vurmuştu. Yağız’a gitmekten başka çare bırakmamışlardı. Hazan arkasından ne kadar koşsa boştu artık.


"O yalan senin gerçeğindi."

Koskoca şirketin 40. yılı kutlaması gibi aşırı önemli bir organizasyonu 50 bölümdür herhangi bir işe yaradığını görmediğimiz Sinan’a bırakan Hazım da sevgili küçük oğluna gereken postayı koymakta çok geç kalmıştı.

Bu sırada yine en güvenli limanı olan yalnızlığına koşan Yağız, kendine acımayı çabucak bırakıp yıkılan dünyasının eksik parçalarını birleştirerek tüm hikayesini öğrenmeye karar vermişti. Aferin Yağız, senden de böyle güçlü olmanı bekliyorduk zaten. Boşuna sevmemiştik.


"Yüzüme bak, beni her ezdiğinde yüzüme nasıl bakıyorsan öyle bak."

Ne güzel sayıp döktü değil mi bizim de içimizden geçenleri, yıllarca baba bildiği, saygıda kusur etmediği, takdirini kazanabilmek için debelendiği, belki bu uğurda kendini kısıtladığı ama aralarında hep bir şeylerin eksik olduğunu hissettiği Hazım’la yüzleşmesinde?

“Sen beni mükemmel olmam için yetiştirdin. Sen beni kusursuz olmam için yetiştirdin. Hepsinin hata yapma hakkı vardı, benim yoktu. Bütün kardeşlerim hata yapabilirdi ama ben yapamazdım. Değil mi? Çünkü ben sizden biri değildim.Hiçbir zaman olmadım. Ben gerçek bir Egemen değildim. Ben senin para basıp satın aldığın biriydim...”

“... Ben verdim baba. Her kuruşun hakkını verdim ben. Kendimi bildiğimden beri, Yağız Egemen olmam için harcadığın her türlü bedelin ben hakkını verdim. Çocukluğumla verdim. Bana giydirdiğin o kusursuzlukla verdim. İşte bu yüzden, bu yüzden ilk kusurumda üstümü çizdin benim. Ne hissetin diye sormadın. Neden böyle oldu diye sormadın. Sen nasıl kardeşinin sevgilisine âşık olursun diye sormadın. Bunları bana sormadın bile. Çünkü ben senin gerçek oğluna yanlış yaptım, değil mi, gerçek oğluna yanlış yaptım? O yüzden benim biletimi kestin sen.”


"Şu ellerimle nasıl kıydım sana?"  

Yağız’ın hay ağzını öpeyim aslanım dedirten replikleri haricinde anlatılmasını istediği doğum ve satın alınma hikâyesi çok tırışkaydı dostlar. Kısacası koca herifler kavga ederken Yağızcığım durun siz rahatsız olmayın diyerek şantiyede kendi imkânlarıyla kendi kendine doğmuş anladığım kadarıyla. Shdadsaksa. Çileli doğmuş bu çocuk demiştim ben size. Olmayınca olmuyor işte. Daha kötüsü, Kerime’ye bakınca herhalde babasına çekmiş demiştik ancak mükemmel genleri o üçkağıtçıdan da gelmiyormuş. Nasıl böyle oldun yavrum sen, vah talihsiz kuzum.


Yağız, Mehmet

Yağız Kerime’yi polise ihbar edip, yegane dostu Maria Mercedes’in anahtarını bile ataraktan karizma bir şekilde yalıyı terk ederken gece boyu yollarda peşinde koşan Hazan da sonunda Yağız’ı bulabilmişti. Buldu da ne oldu anasını satayım. YÜRÜDÜLER. 30 saniye filan bir araya gelmişlerdi ve YÜRÜDÜLER, evet. Vıcık vıcık çift sahnelerinden hiç hazzetmeyen bir insan olduğumu anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Sevgi de söze döküldükçe kıymetinden kaybeder gibi gelir. Ama şu sahnede de seni seviyorum demeyeceksen nerde diyeceksin Hazan? Adamın arkasından seni seviyorum diyeceğine seni tanıyorum dedi yahu şaka gibi. Sonra da YÜRÜDÜLER. Sabaha kadar yürümüşler. Fakat ne hikmetse aynı yere geri dönmüşler. Sonra da Hazan götünü dönüp uyumuş tabir-i caizse.

"Sen dünyanın bir ucunda şarkı söyleyerek karanlıktan çıkan o çocuksun."

 
"Ben seni tanıyorum."

Noktanın sonuna kadar 
Bir sinir bir can yanmasıyla 
Bir parçamı 
Bir demir mengeneye 
Koyup sıkmak istiyorum mu nedir 
Dilimi 
Bir acı mı ne gerek 
Öyle uykum var ki 
Öyle istiyorum ki
                   Cahit Zarifoğlu


Biz beraber uyanmak derken de böyle bir şey kastetmemiştik beyler. Adamın dünyası başına yıkılmışken uyumuş kadın. Bravo. Elinde ceketle öyle kalırsın işte. 


O gemi gelmeyecek mi?


"Gel seninle bir kez daha ağlayalım. Yaşanmışlara, yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanmayacaklara."  Oğuz Atay

Çünkü o gerçek bir centilmen gibi davranıyor. 

"Bitti o şiir, başka mısra gerekmez." Cahit Zarifoğlu 


İşte gidiyorum
Bir şey demeden
Arkamı dönmeden
Şikayet etmeden
Hiçbir şey almadan
Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum   
Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde 
Yürüyorum sanki senin yanında 
Sesin uzaklaşır her bir adımda 
Ayak izim kalmadan gidiyorum   
Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı 
Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı 
Bana kimse sen gibi sarılmadı 
Işığımız sönmeden gidiyorum                              
                         Kazım Koyuncu 


Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu                                       
                                       Attila İlhan 

Böylece ceketini de Hazan’a bırakıp uzaklaşan Yağız, yapayalnız ve kimsesiz kalmıştı. Acaba gerçek ailesinden kimsesi var mıydı bu hayatta? Öğrenmek için bizzat hapse attırdığı öz annesiyle görüşmeye gitti. Sevgi yoktu belki gözlerinde ama sevdiğimiz Yağız merhameti vardı yine. Bölümde Yasemin-Gökhan sahnesinden sonra en sevdiğim ikinci sahne de bu görüşmeydi sanırım. Türkan Kılıç sazı eline almış. Kim bilir dizi apar topar bitmeseydi, Yağız’la anne-oğul güzel sahnelerini de izleyebilirdik.


"Ben bir günde delirmedim."

“Ne yaptığını biliyorum. Yüzümde kendinden bir parça arıyorsun. Biliyorum, çünkü ben onu sen zannederken, o yalancının yüzünde hep bir parça aradım. Kendimden bir parça aradım. Buldum da. İnsan bulmak için baktığında, buluyor. Kandırıyor işte kendini.”


Fotoğrafta iki kedi var.


Niye sevmediniz bu çocuğu?

Yağız hapishaneden çıkıp annesi bildiği Sevinç’in mezarına doğru yol alırken, öz annesinin de pişmanlıklarına daha fazla dayanamayıp canına kıydığından habersizdi. Yağız’a sarılabiliyor muyduk?

Neyse ki Yağız’a mezar başında duygusal olsun diye o kadar yapay ve komik laflar söyletilmiş ki, karamsar havadan uzaklaştık bir anda. Hele Sinan da gelince, ortam iyice şenlendi. Çocuk gibi haklıyım ben diye bağırmak nedir ya? Dhsahaasjhda.


"Maalesef kardeşimsin."

"- Sen Hazan’a aşık oldun, Hazan’a. Bana ait olana. Benim olana.
-  Sevdiğim kadına demiyorsun, diyemiyorsun değil mi? Benim olana, bana ait olana. Onu böyle mi tarif ediyorsun?"

Öhöm, Yağız bunları yaşarken, bu sırada, bilmiyorum hangi sırada olduğunu aslında, dediğim gibi zaman-mekân filan birbirine girmişti, Hazan da uğruna saçlarını kestirmediği, belki de onun yüzünden annesine düşman olduğu çok sevgili babasının gerçeğini öğrenmişti. Nazan Kesal dahil herkesin isyan ettiği gibi, ismi “Fazilet Hanım ve Kızları” olan dizide Fazilet’in trajik hikâyesi de böylece geçiştirilivermişti. Oysa bu hikâyeler bu toplumun özetiydi, hakkıyla anlatılmayı hak ediyordu.


Telefon şarjlarını bile harcamayıp ay ışığıyla da idare etmiş olabilirler.

Hazan diyorduk evet. O da Yağız gibi kendini mezarlığa attı. Hem de gecenin köründe. Bilmiyorum farkında mısınız, mezarlıkta fısıldanan, başka bir mezara diri diri gömülen, o mezardan doğayazmışken nedense yerin dibine sokulan bir aşka düşmüştük biz? Ship’lediğimiz çift de mezarlık ve mümkünse karanlık olmadan birbirlerine açılamıyordu.


"İnandığımız ne varsa yerle bir oldu ha?"


"Bize inanmaya varım."

Aslında Yağız gidiyordu yine. Hazan’ı affetmeyecekti belki. Bir kez daha, aynı yerlerden kırıldıklarını öğrenince, yaralarını birlikte sarmaya karar verdi. Ne de güzel etti. Aferin Yağız. Ama sana aferin değil dizi ekibi. Fazilet’in Yağız’a ne anlatıp da kalmaya ikna ettiğini göstermemeyi geçtim, sonunda suçluluk hissetmedikleri bir yakınlaşma gördük Allah rızası için, o da mezarlıkta, onu da ayfon ışığıyla filan çektiler sanırım. Hele sona doğru bir öpücük sesi geliyor aklım çıkmıştı, Yağız Hazan’ı mı öpüyor mezarcı Muhittin abiyi mi belli değil. Sahne de bir buçuk dakika sürüyor bu arada.

Son sahnemiz de bundan farksız. Egemenler batmış (Bu arada bütün gazete sayfalarını ve televizyon kanallarını kaplayan Egemens detayı da koparttı.), Fazilet’in eltisi çıkan Yasemin a.k.a Cemile insan olmaya karar vermiş, Gökhan işleri toparlamış, Hazım Ali Rıza Bey, Sinan homeless Behlül mode’unu açmış, Selin’in bir beni beni Bihter’ini demediği kalarak hak ettiğini bulmuş, Ece bile o kafasızlıkla hukuk okumaya karar vermiş, neyse ki Yasin ergenini affetmemiş, Nil de yine güçlü durarak Sinan’a dersini verip takdirimizi kazanmış.

Bir sene zarfında bizim gençler de Amerika’ya gidip (Nerede biz olabilirsek oraya gitsek?) evlenmişler. Biz görmek istediğimiz hiçbir şeyi görememişiz tabii. Ne birbirleriyle uzun uzun konuştuklarını, ne birlikte vakit geçirdiklerini, Yağız’ın hazırladığı kahvaltıları, yürüyüşleri, dansları, kitap okumaları. Liste uzar gider işte. Ne demişti Yağız Egemen? “Bazen öyle olur. Yaşayamadıkları, yaşadıklarından daha çok koyar insana.” Ve geçmiş olsun YağHazseverler, artık ölümsüz bir aşkınız var!


En havalı halimizle USA'den geldik ve Fazilet'in kapısında dikiliyoruz.

Yine de bari son sahnelerinde kendileri için bir güzellik yapılsaydı demekten alamıyor insan kendini. Fazilet’e sürpriz yapıp kapıda kalmak nedir? Yetti sizin kapılarda kalmalarınız. Bir yıl sonra İstanbul’a gelmişken Boğaz’a filan gitselerdi bari. Pöff. Burda da yaklaşık bir buçuk dakika yan yana görünüyorlar. Adam olana çok bile.

Her şeye rağmen bu finale de şükür. FHK evreni öyle eksantirik bir evrendi ki, sonunda her şey Fazilet’in rüyası ve Yağız tuzluk filan da çıkabilirdi. Niye bu diziyi izledin diyenlere cevap vermek zor olsa da, Mr. Darcy gibi bir Yağız Egemen karakteri, Aşk ve Gurur’da anlatılanla kapışır bir aşk hikâyesi izlemek için diye özetleyebiliriz sanırım.

Aslında büyük büyük paraların döküldüğü, koca koca starların rol aldığı nice dizilerin birkaç bölümde apar topar bitirildiği sektörde, haftalarca türlü işkenceye maruz kalmasına rağmen bir umut düzelir diye dizinin devamını isteyen sadık bir izleyici kitlesi edinmiş olan FHK, Ramazan ve yaz mevsiminin gelmesi gibi etkenlere rağmen Cumartesi günü yayımlanan bir dizi olarak son ana kadar fena reytingler de almıyordu. Üstelik hikâyenin gidişatında bir ışık görse geri dönecek seyircisi de mevcuttu diye düşünüyorum. Buna rağmen final yapma sebebi reytingler midir, ondan da emin değilim açıkçası.

Bu dizi sayesinde Çağlar Ertuğrul’un internetin en tatlı trolü olduğunu öğrenmiş oldum. Kendisi henüz çok iyi bir oyuncu değil, özellikle vurgu ve tonlama konusunda kendisini geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum naçizane. Ama takip ettiğim kadarıyla oyunculuk konusunda heyecanlı ve öğrenmeye açık bir insan. Tüm eksiklerine rağmen bakışlarıyla çok şey anlatabildiği için şahane bir Yağız Egemen oldu. Deniz Baysal da ilk kez bu dizide izlediğim bir isim olarak yer yer etkileyici performanslar çıkarttı. Fakat en önemlisi kimyaları çok hoştu. Sahneleri elverdikçe böylesi bir ahenk izlettikleri için iki oyuncuya da teşekkür ederim.

Elveda YağHaz, elveda Yağız Egemen, elveda Hazan Çamkıran. Uzun süredir hissetmediğim türden güzel bir çılgınlıktı. Çılgın bir aptallıktı. Olmayacağını bile bile ümit etmek, beklemek. Aşk gibiydi. Çok saçmaydı. Fakat Allah kahretsin her şeye rağmen çok güzeldi, çok güzeldiniz. İz bıraktınız, unutulmayacaksınız.

Sevgiler.
 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER