Bu yangın beni öldürüyor yavaş yavaş
Kor kor ateşler yanıyor içimde
Aşkı beni kül ediyor….
Oysa ne güzel bir davetin içindeydik, simokiniyle arzı endam eden bir adet Ömer İplikçi ve lacivert tuvaletiyle kuğuları kıskandıracak kadar güzel premses Defne ile birlikte. Ömer aşk rüzgarının etkisine kapılmaya başladığı için şaşkın, Defne olayları tam idrak edemediği için. Ömer, kavalye olmak için çırpınırken Defne’yi kaptırdığı için kızgın, Defne ise Ömer Yasemin'le birlikte gittiği için. Neyi neden yaptıklarının çok da farkında olmadıkları, o her şeyin yeni olduğu zamanlar. Mutluyduk biz de gayet mutlu, başımıza geleceklerden habersizce. Sonra sabah oldu ve rüzgar terse döndü. Kapılsınlar dediğimiz o rüzgar, hepimizi alıp uzaklara fırlattı.
Gece uyku tutmayan Ömer, şirkete gelip ayakkabının olduğu kutuyu açınca olan olmuş ve o dakikadan sonra cezaevini turlayan mahkum gibi ofiste dört dönmeye başlamıştı. Her 5 dakikada bir çıkıp Defne’yi soran Ömerim İplikçim, senin tasarımına mı kaldı Defne. Verdiğin kopyalarla ne ayakkabılar çizecek aslında bir bilsen de, nerden bileceksin tabi. Defne’yi içeri alınca kapıyı hiddetle çarpan Ömer, asabi asabi bakınca garibim Defne tüm bunların geç kaldığı için olduğunu zannediyor. Ayakkabının kayıp olduğunu öğrenince daha bi' şaşırıyor. Ne kötü şeydir, insanın kendini anlatamaması, söylenmesi gerekenler olduğu halde söyleyecek sözünün olmaması. Kahreder insanı. İşte biz de, kahrola kahrola Defne’nin ilk kovuluşunu seyrediyoruz, sonrasında birçok kere tanık olacağımız bir durumun ilk şoku içinde. Duvarlarının içinde kaya gibi sert duran Ömer’in, bir milim oynamadığı bu sahnede, Defne’nin o masum “Yok.” deyişiyle hepimiz paramparça oluyoruz.
Sinsirella Yasemin’in pis sırıtışları ve Sinan’ın yaşananlardaki etkisiz eleman halleri arasında çıkıp giden Defne gibi, biz de uğradığımız bu bozgunla ortada kalakalıyoruz çaresizce.