İnsandan insana değişiyor bazı haller. Kimisi için dünyanın en zor şeyi, en mühim şeyi, bir başkası için hiçbir şey ifade etmeyebiliyor. Zamandan zamana da farklılık gösteriyor birçok kavram. Bir vakitler erdem, büyüklük addedilen davranışlar, başka bir vakitte af buyrun, enayilik olarak nitelendirilebiliyor. Her şeyin hızla yaşandığı, daha doğrusu yaşanmaya çalışıldığı, durup bir kendimizi dinlemekten aciz olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Gülten Akın demiş ya: “Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.”, tam da öyle. Daha fenası, kendimizden çok başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü önemsediğimiz sanal hayatlarımız var artık. Menfaatler ve egoların tatmini, diğer insanlardan geri kalma korkusu öylesine baskın ki, gerçek sevgi içermeyen samimiyetsiz ve sığ ilişkiler yaşanıyor. Gerçi kendisini tüm canlılardan üstün görse de, çokça acizliği olan insanın yalnızlık korkusu hep vâkî imiş. Rainer Maria Rilke’den alıntıyla:
“Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister... Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak..."
Ama sanki herkesin anlık olarak kendisini (ya da kendisi olarak tanıttığı zâhirî görüntüsünü) diğerlerine gösterip, onaylanma ve bir şekilde takdir edilme güdüsüyle yaşadığı günümüzde çok daha büyük bir korku bu. Yalan mutluluk pozları veriliyor, mutsuz olmayı bırak, mutsuz görünmekten bile korkuyor insanlar. Bu yüzden gerçek hislere inancımız, birbirimize güvenimiz azalıyor giderek. İnsanları gerçekten sevmek hâlâ mümkünse de, insanlara tam anlamıyla güvenmek kolay olmuyor. Samimiyet denen şey hızla uzaklaşıyor.
Oysa kitaplar, filmler bize böyle anlatmıyorlardı duyguları. Hani “Böylesi ancak filmlerde olur.” dedirten aşklar, sevgiler, insanlar, kurgu sahiplerinin hayal gücünden mi ibaret, yoksa bir zamanlar gerçekten varlar mıydı ya da az miktarda olsa da hâlâ bir yerlerde varlar mı diye sormadan edemiyor insan. Çok sevdiğim Wicked Game şarkısı “Nobody loves no one.” diye bitiyor ve bu cümlenin gerçek olma ihtimali her geçen gün daha çok artıyor ya, bu yüzden o hikâyelere inanmak istiyoruz belki, yitirilmiş bir saflığın peşine düşmek gibi bir hisle. Anlatılan yüzlerce hikâye arasından bize en samimi gelene tutunmamız, ona kendimizi kaptırmamız, hikâye anlatıcısı tarafından bitirildikten aylar, yıllar sonra bile aynı nostaljik hislerle hatırlamamız hep bundan mı acaba? Sanat hayatı taklit edecekken, bir şekilde kafalardaki ideal olanı ama pek sık rastlanmayanı, sanatın hayata anlatması mı söz konusu?