Blindspot: Hatıralar iz bırakır..

Blindspot: Hatıralar iz bırakır..
Hatırla sevgili..
Genelde Amerikan dizilerinin "sipariş verildi" haberleri nete düşmeye başladıktan en iyi ihtimalle bir yıl sonra karşımıza çıkmasına alışkınız. Ancak NBC'nin Mayıs ayında sipariş verdiğini duyduğumuz Blindspot, 21 Eylül'de yayına çıktı; Amerika yayınından 48 saat sonra da Digiturk'ün Dizimax Vice kanalına düştü. Her çarşamba saat 21:00'da izleyebilirsiniz. Bölümü kaçırdıysanız ya da "canım ne zaman isterse o zaman izlerim"cilerdenseniz de o zaman DYDZ (Dilediğin Yerde Dilediğin Zaman) servisi emrinizde. Korsana meyledenleri hâlâ ve ısrarla kınıyorum. Konuyu uzatmayayım da kafadan olayı dağıtmayayım..

Proje hakkında ilk bilgileri okuduğumda hikaye; hafızasını yitiren ajan temasıyla Pana Film yapımı Kara Kutu'yu, şaka şaka elbette Mat Demon'un sonradan traşa bağlayan film serisi The Bourne Identity'yi, kahramanın kadın olması nedeniyle Nikita'yı ve Yakuza gibi (bayılırım!) dövmeleri ve o dövmelerde bir sır saklaması bakımından da Prison Break'i hatırlatan Blindspot'un pilot bölümünü çok da beğenmedim. Hikaye umut vaad ediyordu ama olayların sunum biçimi ilk bölümden tokatlayıp beni olaya dahil edemedi. Ancak Billur Dalak'ın taze girdiği habere göre de izlenme oranları fena değil.. Bu konuda yalnız olabilirim.



Blindspot'un arkasındaki beyin takımı da boş değil. Gençlerin pek severek takiplediği Arrow gibi çizgi roman uyarlamaları konusunda başarılı bulunan Greg Berlanti'nin yapım şirketi işin içinde. Stargate Atlantis ve Cold Case ile büyük (!) başarı yakalayan dizinin pilot senaryosunu da yazan Martin Quinn Gero da yaratıcı takımın arasında adını sayabileceklerimizden. Bölümü yöneten 62 doğumlu Mark Pellington da yönetmen olmasından çok yapımcı olarak tanıdığımız isimlerden. Cold Case dışında bazı irili ufaklı dizilerde "kurucu yönetmen" olarak görmüşlüğümüz var. Hakkında daha derin bilgisi olan varsa yorum kutucuğuna bırakıversin...

Bu kadar klişeyi bir araya toplayıp sete çıkmak elbette çok zor olmamıştır ama yabancıların işlerine bakışını hatırlayarak, projenin siparişten yayına kadarki dört aylık süreden daha uzun bir geçmişi ve masa üstü çalışma süreci vardır diye düşünüyoum. Sipariş verildiğinde elde pilot bölüm var mıydı, yoksa onlar da bizim gibi iki A4 sayfasıyla mı kanal kapısını çalıyorlar, bak bunları uzun uzun sorup öğrenmek lazım. Not alayım. Genel bir "çalışma prensibi inceleme dosyası" da hazırlamak lazım.

Aşk var mı aşk?

Çevresinde dolanmayı kesip, hızla Blindspot ilk bölüme dönersek eğer hikaye New York'ta başlıyor. Times Meydanı'nın keşmekeşini gözlemlememizi sağlayan kamera ortalık yere bırakılmış dev ve "beyaz çanta"ya odaklanıyor. Bizimle birlikte polis memuru arkadaş da aynı çantaya odaklanıyor. Sahipsiz çanta, 11 Eylül'den sonra terör konusunda derin refleksler geliştirdiği rivayet edilen Amerikan polisi dışında ilk anda kimsecikleri endişeye sevk etmezken, çantaya yaklaşan kamera "call the FBI" etiketini gözümüze sokuyor. Taksim'in göbeğinde o çantayı biz bulsak yer gök yerinden oynar. 10 dakikaya kalmaz Meydan'a toma iner meraklı kalabalığa suyu basardı dediğinizi duyar gibiyim.

"Anne paketten et çıktı!" by Beyoğlu Beyoğlu Müzikali

Amerika'da da farklı bir durum olmuyor aslında. Bir sonraki plana geçtiğimizde kargaşasıyla aleme nam salmış Times Meydanı'nda in cin top oynuyor. O meydanı kapatıp çekim yapmak ne kadar pahalıdır kim bilir.. Daha yeni Kiraz Mevsimi ile Roma'da bir hafta çekim yaptık (yaptık?) Yani misafir olarak çekimleri gözledim. Roma'da elini kaldırmanın saat başı maliyetini biliyorum. Ekibe set fotoğrafı çekmek için sonradan dahil olan fotoğrafçının saat başı aldığı kaşeyi de. Çekim süresi sekiz saati geçtikten sonra beş misli kaşe verseniz bile asla ve asla çalışmadıklarını da.. Bu yüzden açılış sekansı için Times Meydanı'nı boşaltma (!) zahmetine girmelerine çok saygı duydum.

Sahne değiştiğinde meydan boşalmış, hava kararmış NYPD bomba imha uzmanları iş başına geçmiş bile... Yayın yerinin ulusal ve bedava kanal olması hasebiyle yöneticilerini bir nev-i total kaygusu sarmış olmalı ki yine hikayeyi "dünya bir alev topuydu" diyerek anlatmaya başlamayı seçmişler. Oysa biz Jane Doe'yu çıplak halde Adli Tıp'ta ya da her neresi yetkiliyse, bir masada muayene edilirken görsek de konuya vakıf olabilir, erotizm dozu yüksek açılış sahnesinin etkisinin bir benzerini yaşayabilirdik. Maliyetler de düşerdi. Klişe hikaye yürüyüşlerini pas geçmenin yolu televizyona para ödemekten geçiyor. Evet, evet! Bence bu klişe dizilerin varlığı global bir komplonun ayak sesleri ve bizi her gün biraz daha "öde ve iyisini izle" günlerine doğru savuruyorlar.

Beyler siz de benimle aynı şeyi görüyor musunuz?

İnandırıcılık konusunda beni hiç ikna edemeyen introda saçının telinden, parmağının ucuna kadar dövmelenmiş Jane Doe rolüyle bir o kadar inanmadığım performansın sahibi (ama Allah var, taş gibi bir vücuda sahip başrol kızımız) Jaimie Alexander rol alıyor. O aşamada Jaimie'nin de sermayesi oyunculuk değil. Karakter çantadan çıktığı andan itibaren yaşadığı travmaya inanmadım. Kızımız kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmiyor. Vücudundaki dövmelere de yabancı... O kaos anını yapay bulunca hikayeye ısınmam da zor oldu. Jane Doe kontrol altına alındıktan sonra yaratıcılar bizi hikayenin diğer bağlantısına yani Jane'in vücudunda adı yazan FBI ajanı Kurt Weller (Sullivan Stapleton) ile tanıştırıyorlar. Acar bir ajan. Kurt ile bir operasyonda tanışıyoruz. Gözü kara ama basiretli ve sağlam papuç olduğuna inanmamız için  reji ve yazar ekibi ellerinden geleni de yapıyorlar. Ama ortam karanlık ve Kurt'un 'basiret' ispatı operasyon da görsel bir "oldu bitti"den öteye geçmiyor nazarımda..

Bunların hepsi ezberlenecek!

Kısacası dizi arsızı olanlara tavsiyem şudur: Eğer Blindspot'un giriş kısmını sağ salim atlatabilirseniz hikaye ilerlemeye başladığı anda (yaklaşık 30. dakikadan sonra) başlangıç anından daha da ilginç hale geliyor. Oyuncu kadrosuna gelirsek, Namerikan dizilerinin bazılarında ana kadroya gösterdikleri özeni yardımcı oyuncu seçiminde göstermediklerini düşünüyorum. Elbette adamlarda boş oyuncu sayısı çok az ama artık yüzü çok görülmüş oyuncuların hele de mecburcu gibi aynı tür rollerde olması tadımı kaçırıyor. Hani Yeşilçam'da bir kez garson rolü oynayanın hep garson olması gibi arkadan geçen, tek cümlesi olan oyunculara bakıp, "Hacı bu kimdi ya?" demekten hoşlanmıyorum.

Adımı sırtına kazıyacağım!

Blindspot da bu anlamda farklı kafada bir kadro kurmamış. Sağda solda dolaşan herkesi gözünüz bir yerden ısırıyor. Ama Broadchurch severlerin "Sharon Bishop" rolüyle hatırlayacağı Marianne Jean-Baptiste'yi görmek tatlı oldu. Sullivan Stapleton, IMDB sayfasını inceleyene kadar hiç aşina gelmeyen bir oyuncu oldu mesela.. Karakterinin tavrı tarzı az da olsa Banshee'deki Lucas Hood'u hatırlatmadı değil. Bölüm nete düşene kadar pek çok haberci ve yorumcu arkadaşın karakter adı zannettiği "Jane Doe" rolündeki Jaimie Alexander ise fena halde Liv Tyler'ı hatırlatıyor.

Özetle, Blindspot'un ikinci bölümüne de bakacağım ama hikayenin çağrısına kapıldığımdan, anlatılanlara ayılıp bayıldığımdan değil. İçimdeki hikaye arsızı konuyu nasıl dallandırıp budaklandıracaklarını merak ediyor. İşin arkasında zerre inandırıcılık yaratamayarak koskoca James Spader'i bile mundar etmiş bir NBC zihniyeti var neticede..

Böyle işte..
R.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER