Adından ve afişinden de anlaşılabileceği üzere bizlere bir
soğuk savaş hikayesi anlatıyor Red
Sparrow / Kırmızı Serçe filmi. Başrolünde Jennifer
Lawrence'ın olduğu, yönetmenliğini ise
daha önce Hunger Games / Açlık Oyunları serisinde
beraber çalıştığı Francis Lawrence’ın üstlendiği filmde Joel Edgerton, Matthias Schoenaerts,
Charlotte Rampling ve Jeremy Irons gibi isimler de yer alıyor.
Jason Matthews’ın
kitabından beyazperdeye uyarlanan hikaye, Dominika
Egovora adlı bir balerinin
hikayesini anlatıyor bizlere. Balerin olma hayallerini gerçekleştirmiş
Dominika, yıldızı olduğu bir gösteride yaşadığı “talihsiz” kazanın ardından
kariyerini sonlandırmak durumunda kalıyor. Hasta annesiyle yaşayan ve tüm
masrafları sanatçı olduğu için devlet tarafından karşılanan Dominika, bu
gelişmenin sonrasında kendisine sunulan tüm imkanları yitiriyor ve önünde tek
bir seçenek kalıyor: İstihbarat servisinde çalışan amcasının sunduğu yoldan
gitmek. Ancak küçük bir istekle, basit bir görevle başlayan yola girdiği
noktadan itibaren kendini devletin ağına düşmüş buluyor Dominika. Bedeni dahil
her şeyiyle devletin ve istihbarat servisinin oluyor. Kendine verilen görevleri
yerine getirmek ve ömrünün sonuna dek bir kukla olmaktan başka çaresi kalmıyor,
ancak Dominika yine de kaderinin iplerini eline alabileceğine öyle inanıyor ki
imkansızı başarmak için ne denli tehlikeli olursa olsun canını riske atmaktan
bir an olsun çekinmiyor.
Jennifer Lawrence bu kâküllerle 50 Shades of Grey'i yıldızı Dakota Johnson'ı andırmıyor mu?
Red Sparrow kesinlikle
klasik bir ajan filmi değil. Dominika’yı kötülerle mücadele ederken ya da
Amerika’dan gizli bilgileri çalarken izlemiyoruz, aksine istihbarat servisleri
içinde süren bir mücadeleye tanıklık ediyoruz. Kendisinden CIA’in
görevlendirmiş olduğu Nete Nash’e (Joel Edgerton) yaklaşması ve Rus istihbarat
servisindeki köstebeğin adını öğrenmesi istendiğinde karşısındaki tecrübeli
ismi kandırmaya çalışmak yerine kartlarını açık oynuyor Dominika. Ne kimliğini
gizliyor, ne de amacını. Tüm ajan kalıplarını ve alışkanlıklarını kırıp ne
bizlerin ne de hikaye içindeki karakterlerin öngörebildiği bir maceraya sokuyor
etrafındakileri. Film boyunca da izleyici kendisine sürekli olarak Dominika’nın
hangi cephede yer aldığı sorusunu soruyor.
Yönetmen Francis
Lawrence’ın daha önce defalarca kez birlikte çalıştığı Jennifer Lawrence’ı neden seçtiği anlaşılabilir elbette, sonuç
olarak tanıdığı ve iyi anlaştığı bir isim, belli ki onunla film çekmekten de
keyif alıyor. Ancak yine de Jennifer Lawrence’ın bu rol için ne denli uygun
olduğu tartışılır, zira klasik anlamda bir balerin fiziğine sahip değil
Lawrence, hele ki Soğuk Savaş döneminden ve Bolşoy’dan söz ediyorsak kabul
edilemeyecek denli büyük bir oyuncu seçimi hatası bu. Bir diğer büyük hata ise
bugün hala kendi aralarında İngilizce konuşan Rusları izliyor oluşumuz, modası
geçti artık. Ancak Red Sparrow senaryosu
ile en azından izleyiciyi içine almayı başarıyor, her ne kadar itiraz edilecek
noktaları bulunsa da (sürpriz bozan, yani “spoiler” olacağı için aşağıda yer
verdim bu noktalara, izlemeden okumamanızı öneririm) 139 dakikayı kesinlikle
hissettirmeyen bir tempoya sahip. Durağan filmlerden sıkılmış olanların keyifle
izleyebileceği bol twistli, tempolu bir film. Ancak detaylara takılanları,
neden sonuç ilişkisinin her yönünü sorgulayanları tatmin etmeyeceğini de baştan
söyleyeyim.
Matthias Schoenaerts, filmde kötü adam rolünde...
***UYARI: Yazının devamında sürpriz bozan (spoiler)
bulunmaktadır!***
Dürüst olmak gerekirse Red
Sparrow’un Amerikalı izleyici için yapıldığı ortada. İngilizce konuşan
Ruslar bunun parçası elbette ancak hikayenin başından beri alttan altta bir
Amerika pohpohlamasını hissediyor insan, zaten bir köstebeğin oluşu da bu
durumun en büyük kanıtı. Film boyunca Rusya’ya hizmet eden bir Amerikan ajanı
görmüyoruz, aksine Amerikalılar kusursuz ve Ruslar gibi geniş bir istihbarat
ağı kurmalarına gerek kalmaksızın istediklerini elde ediyorlar. Ruslardan daha
zekiler, onlardan hep bir adım daha öndeler, daha insancıllar ve insana değer
veriyorlar. Ruslar ise ajanlarına birey olarak hiçbir değer vermiyor, aksine
onları birer kukla gibi, devlet malı gibi kullanıp atıyor yalnızca. Acımasız
yönünü göstermekten asla çekinmiyor komünizm, kapitalizm ise sürekli olarak
insan sevgisinden, insana verdiği değerden bahsediyor. Yani başından sonuna dek
yanlı ve yalnızca Rusya cephesini gösteren bir hikaye dinliyoruz, sonunda
Dominika’nın amcasına ihanet etmesi (ki film boyunca zaten sonunun böyle
olacağını birçok defa hissediyoruz) ve bir köstebeğin yerini alıp yeni köstebek
olmak yerine diğer köstebeği koruyup kendisinin de Amerika tarafına geçmesiyle “feda
etmeye gerek kalmaksızın Amerika’nın kazanacağı” mesajını alıyoruz. Uzun lafın
kısası Red Sparrow yalnızca günü
sonunda değil 139 dakika boyunca Amerika’yı ballandıra ballandıra öven,
vatanperver bir Amerikan filmi. Trump Amerika’sının filme vereceği tepkiyi ise
çok merak ediyorum.