Nesrin Cavadzade’yle ilk kez Buğra Gülsoy’la rol aldığı,
2011 yapımı ‘Güzel Günler Göreceğiz’ filmiyle ilgili röportaj yapmak için
buluşmuştum. 48’inci Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden bu filmdeki
rolüyle ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülüyle dönmüştü. Ancak dertliydi o
dönemde. Çünkü Kara Leyla’yı canlandırdığı ‘Ağır Roman’ dizisinin sette
çekimler sırasında yayından kaldırıldığını öğrenmişti. Bir oyuncu için daha
kötü ne olabilir? Özellikle ruhunuzla yarattığınız ve deyim yerindeyse
bütünleştiğiniz bir karakteri canlandırıyorsanız? Bu diziye kadar hep masum
hatta ‘ürkek ceylan’ olarak nitelendirebileceğimiz kadınlara hayat verdi Nesrin
Cavadzade. Kömür karası gözlerindeki duygu halleri izleyicileri delip geçti.
Artık o festival filmi olarak adlandırılan gişe canavarına karşı savaşan
yapımların ve farklı rollerin oyuncusu oldu. Geçmişte rol aldığı ‘Gitmek: Benim
Marlon ve Brandom’, ‘Dilber’in Sekiz Günü’ ve "Yangın Var" ilmleri bu durumun en canlı kanıtlarından.
Ancak 2014 yılında izleyiciyi deyim yerindeyse ters köşeye yatırdı. Çünkü onu
‘Küçük Ağa’ dizisinde izlemeye başladık. Röportaj için buluştuğumuzda ona bu
kararıyla beni şaşırttığını söylediğimde şu cümleyi sarf etti: "Oyuncunun
saçmalama hakkı elinden alınmamalı. Bence Nesrin Cavadzade’nin ana akım bir
işte oynaması, festival filminde oynamasından daha heyecan verici.”
‘Küçük Ağa’nın ardından gelen Kutluğ Ataman’lı ‘Kuzu’
filmiyle ödüllere doyamadı ve ana akım işlerle ‘prestij’ işlerini nasıl ustaca
harmanladığını bir kez daha göstermiş oldu. O “ürkek ceylan” yerini femme
fatale’de dönüşebilecek başka bir kadına bıraktı. Onun için oyunculukta bir
ayrım yok. Ana akım işte de rol alabilir, festival filmiyle ödüllere de
doyabilir. Cavadzade için önemli olan kendini başarı veya başarısızlıklarla
dolu olan sarmalın içine kaptırmaması. İşte, bu nedenle artık Saraybosnalı bir
menajerlik ajansına bağlı. Son bir yılda ‘Game of Thrones’ da dâhil olmak üzere
birçok yabancı dizinin deneme çekimine katıldı. Jude Law’la karşılıklı oynama
fırsatına kimse onun kadar yaklaşmamıştır. ‘Legends’da Sean Bean’le karşılıklı
oynadı. Evet, Nesrin Cavadzade çok değişti; ancak yıllar önce tanıdığım o
mütevazı kadın yine karşımdaydı. O, bu yaralı coğrafyaya âşık ve burada yeri
geldiğinde nefes almaktan utansa bile büyük hayaller kurmaktan vazgeçmiyor.
Egolarından tamamen sıyrılmış bir şekilde bu hayallerine koşuyor.

● ‘Kuzu’dan
sonra sizi sürpriz bir şekilde sizi Sean Bean’li ‘Legends’da gördük. Bu projeye
nasıl dâhil oldunuz?
Açıkçası her şey bir yıl önce Anila Gajevic’le çalışmamla
başladı. Anila, Saraybosnalı bir menajer ve Zona Talents adında bir ajansa
sahip. O bölgenin yani Balkanların en güçlü ajansı diyebilirim. Aslında
Saraybosna, Avrupa’nın kıyısında köşesinde bir ülke gibi görünse de Zona
Talents bir şekilde Avrupa’da çekilen tüm dizilerden haberdar oluyor. Ben de
bu ajansa katılmamla birlikte Paolo Sorrentino’nun yönettiği ve Jude Law’un
başrolde olduğu mini dizi ‘Il giovane papa’dan ‘Game of Thrones’a kadar pek çok
projenin deneme çekimine katıldım. Sorrentino’nun projesinde ‘short list’
olarak adlandırdıkları listedeydim.
Türkiye, Saraybosna’ya nazaran ekonomik
olarak çok daha kalkınmış bir ülke; televizyon sektörümüz inanılmaz kuvvetli ve
gelişmiş. Saraybosna’ya baktığınızda yılda 10 film çekiliyor ve dizi piyasası
neredeyse hiç yok. Ancak dünya pazarına açılma potansiyeline bakıldığında
Türkiye’ye göre çok daha güçlü. ‘Legends’ da görüşmeye gittiğim projeler arasındaydı.
Sete ilk gittiğim gün yönetmen, koltuğundan kalkıp deyim yerindeyse benim
yanıma koşarak geldi. Bu kadar nazik bir karşılamayı beklemiyordum. Kültür şoku
yaşadım. Benim için çok hoş bir deneyim oldu.
● Peki,
‘Legends’da nasıl bir set ortamıyla karşılaştınız?
Açıkçası oraya gittiğimde yurt dışında bu sektörde
çalışanların bu kadar harika işler çıkarmalarını çok prova yapıyor ve
oyuncularla uzun uzadıya tartışıyor olmalarına bağlıyordum. Prag’a gittiğimde
de yapımcı, yönetmen ve oyuncularla tanışacağımı sanıyordum. Sete gittiğimde
yan yana dizili 70 karavan gördüm. Başroldeki Sean Bean’den arkadan geçen
simitçiye kadar herkesin bir karavanı var. Ve tabii ki tamamen eşit muamele söz
konusu. Kostüm provası, aksan koçuyla çalışma vs. derken üçüncü gün benim
sahnelerimin çekimine başlandı. Prova yapacağımızı düşünürken beni direk
sahneye aldılar. O an hayatımın şokunu yaşadım. Baktığınızda bu insanlar 500
deneme çekimi izledikten sonra aradıkları oyuncuyu seçiyorlar. Yani zaten
hazırlığa gerek duyulmayacak kişiyi bulmuş oluyorlar. Türkiye’de prova
yapmıyoruz diye şikayet ederdim. Ancak bizde çok farklı. Bizim ülkemizde deneme
çekimine giren ‘yıldız’ statüsünde oyuncu yok ki!
● Sizin
oynadığınız bölümde Dedektif Gabriella Laska karakteri şu cümleyi kuruyor: “Bir
Müslüman ve evli. Sanırım Mormonlar kadar katı değiller.’’ Amerikan
yapımlarında Müslümanlarla ilgili kalıplara alışığız. Yakın zamanda
‘Homeland’de de buna benzer bir olay yaşandı. Siz sete girdiğinizde tepkiler
nasıldı? Fikir alışverişinde bulunuldu mu sizinle?
Bir kere hiçbir şekilde bir düşmanlık veya ötekileştirme
durumu söz konusu bile değildi. Çünkü çok uluslararası bir set. Zaten Sean Bean
dışında herkes neredeyse farklı bir ülkedendi. Bu anlamda hiçbir şekilde
hiyerarşinin olmadığı bir çalışma ortamımız vardı. Müslüman olmam açısından
hiçbir olumsuz kod hissetmedim. Son altı ayda hem bizim ülkemizdeki terör
saldırıları hem de Paris’te yaşananlar gösteriyor ki her yerde bir düşmanlık
hâkim.
● Peki,
Türkiye’de Foxcrime’ın Paris’te yaşanan terör saldırılarından ötürü ikinci
sezonunu yayınlamama kararıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Paris saldırısı ikinci sezon çekimlerinden çok sonra
yaşandı. O nedenle bu kararları ilginç bence. Fakat bir yandan bu hassasiyeti
anlıyorum da. Bu anlamda ‘Legends’ın bu sezon işlediği şey çok bilindik
unsurları içeriyor. Çok tuhaf, tam olarak anlayamadığımız bir dönemden
geçiyoruz. Ankara’da da yaşanan korkunç terör saldırısının üzerindeki örtü hâlâ
tam olarak açılmış değil. Kafamızda pek çok soru işareti var. Paris saldırıları
da öyle. İnsanlar dizinin ikinci sezonunu izlediklerinde hangi duyguları
harekete geçirecek veya hangi düşmanlıklar peydahlanacak bilemeyiz ki. Bir dizi
bir insanın hayatında sadece bir dizi olamıyor çoğu zaman. O nedenle
anlayabiliyorum da.
● Bu diziyle
pek çok oyuncunun ‘’hayalim’’ diyebileceği bir işe imza attınız.
Ben sıkı bir hayalperestim. Bu da beni hiçbir zaman kayba
uğratmadı. Hiçbir zaman hayallerimin gerçekçi olup olmadığını sorgulamadım ve
başkalarının da sorgulamasına izin vermedim. Zaten yakınlarım beni her zaman
ölesiye destekledi. Mesela son iki yıldır ‘’Oscar alacağım’’ diyorum. Ve kimse
de bana "saçmalama" demiyor. Önemli olan hayallerin büyük olması. Türkiye’de
kalarak biraz aşağı doğru çekiliyoruz sanki. Yaralı bir coğrafyanın üzerinde
yaşıyoruz, gündemimiz hiç eksik olmuyor. Son bir yılda ülke yanıp yanıp kül
oldu resmen. Böyle bir ortamda büyük cümleler kurmak veya hayalperest olmak
oldukça zor. Bazen nefes almaktan bile utanır hale geliyorsun. Fakat bir yandan
da sanatla uğraşan herkesin biraz inatçı olması ve meydan okuması gerekiyor.
Ben de son bir yıldır işte böyle bir yola girdim. Aslında her şey tek bir
cümleyle, istek kıvılcımıyla başlıyor. Tabii ki vakit alıyor. Her şey ruhla
ilgili ve bunu kaybetmemek de çok önemli. Bu anlamda bu topraklar çok zor ama
yine de hayalleri küçültmemek gerekiyor.
● Bahsettiğiniz
bu hayalleri büyük tutmayla ilgili en güzel örnek ‘Mustang’ filmi galiba.
Kesinlikle! Film Ekimi’nde izledim ben de. Hikâyeyi
anlatış biçimi açısından hayran kalmadım ama kızlar resmen oyunculuklarıyla
beni büyülediler. Çok sahici anlar vardı filmde. Tabii bunda oyuncuyu yönetiş
biçiminin, yönetmenin payı büyük. ‘Kuzu’yla ilgili de yapılan yorumlarda hep
‘’çocuk oyuncular inanılmaz’’ derler. Evet, onlar gerçekten de inanılmaz ama
onları yöneten bir Kutluğ Ataman var ortada. ‘Mustang’de de belli ki yönetmen
Deniz Gamze Ergüven harika bir ton tutturmuş. Kendi kariyerimden biliyorum;
sonuçta biz oyuncularda bir hamur var ve her yönetmenin elinde bambaşka bir
keke dönüşüyor. Her mecranın beklentileri doğrultusunda farklı performanslar
sergiliyorsun. Tabii bu açıdan televizyon oldukça farklı.
● Televizyon
deyim yerindeyse çıldırmış durumda. Tam bir dizi fabrikasına dönüştü.
Bana sevdiklerim ‘’sen neden televizyon işi yapmıyorsun?’’
diyorlar. Ben dizilerde rol alıyorum ama sonra çok uzun aralar veriyorum. Son
bir yılda birçok dizi senaryosu okudum. Hepsi de işleri tutan, eli yüzü düzgün,
büyük yapım şirketlerinin işleriydi. Buna rağmen bu yapımlar bile birkaç bölüm
sonra yayından kalkıyor. Bu durumu nasıl düzeltemiyoruz? Bence televizyon
işlerinde en büyük sorunumuz bu belirsizlik. Bu açıdan sinemadan oldukça
farklı. Tutan işlerin artık bir matematiği yok, gidişatını kestiremiyorsunuz.
● Bununla
birlikte sürekli yeni oyuncular çıkıyor ve sosyal medyada milyonlarca kişi
onları takip ediyor.
Kesinlikle size katılıyorum. Bizde yetenek çok tuhaf kriterlerle
ölçülüyor. Kimlerle arkadaşsınız, hangi etkinliklerde görüldünüz gibi unsurlar
daha önemli neredeyse. Yurt dışında ise kendi yaşamında nasılsan, dışarıda da
öylesin. Bugün yetenekli bir sürü genç oyuncu çıkıyor. Eğer çıktıkları bu
yolculuğun ne kadar sıkı bir çalışma ve uzun bir maraton olduğunu fark
ederlerse ne şanslı ve mutlu ki onlara! Fakat bizde televizyonun böyle bir
talebi yok. Güzel yüzlü olsun ve iki kelimeyi arka arkaya koysun yeterli.
Sonuçta karşısındaki oyuncuyla en fazla dört yıl idare edecek, sonra onunla işi
bitirip yerine 19 yaşındaki yeni birini koyacak. İşte, bu nedenle endüstrimiz
var diyemiyorum. Bizimkisi piyasa. Mantar gibi çıkıyor, sonra da yok oluyoruz.
Kimse sanatında derinleşemiyor. Andy Warhol’un o meşhur ’15 Dakika’ sözü bu
durumu harika özetliyor. Yeni arkadaşlar bu oyunu çabuk kavramalı ve ona göre
tercihlerini yapmalılar.
● Bir yıl önce
sizin de karar değiştirip Zona Talents’a katılmanıza bu tablo mu neden oldu?
Geçtiğimiz yıl bir sürü yeni karar aldım. Kariyerimle
ilgili beni zorlayan pek çok şey yaşadım. Aslında baktığınızda ortaya çıkan
tablo gayet parlak. İkinci Altın Portakal’ımı aldım, ‘Kuzu’ çok başarılı bir
film oldu. Hem Türkiye’de hem de yurt dışında pek çok ödüle lâyık görüldü.
Kendime ‘’ana akım bir işte performansımla izleyiciyi sürükleyebilirim?’’
sorusunu sorarken Çanakkale harbini anlatan ‘Son Mektup’ adlı filmde rol aldım.
Gişede 850 bin yaptı. Sonra bir arkadaşımın ilk filmi olan ‘Annemin Şarkısı’
geldi. Bu iş de yurt dışı festivallerini gezdi. Böyle olunca ‘’buldun da
buluyor musun?’’ gibi algılanabilir fakat başarılarımı tekrarlamaya
başladığımı, aynı çemberin içinde dönüp durduğumu fark ettim. Sürekli aynı
türden başarılar gösterdiğimi ve bunun çok da olumlu bir tarafı olmadığını
gördüm. Kendi adıma sıkıcılaşmaya başladım. Özünde işi yaratıcılık olan biri
için de çok zor bir durum bu. Çünkü kendin bile nasıl bir şey ortaya çıkaracağını
merak etmez hale geliyorsun. Kendimi başka türden zorlayacak bir şeyler yapıp
risk almam gerektiğini düşündüm. O kadar yabancı dilim olmasına rağmen dünya
pazarına açılmaktan çok korkuyordum. Aslında hepimiz için hayallerimiz
korkutucudur ya ve başımıza geldiğinde hazır olmadığımızı fark ederiz. O
güvenli limanımızdan çıkmak istemeyiz. Paolo Sorrentino’nun dizisi için
shortliste kaldığımda ölesiye korktum. Çünkü Jude Law’un karşısındaki kızı
oynayacaktım sonuçta. Hem çok istedim hem de ya olursa altından nasıl
kalkacağım diye düşündüm. Ben bu kadar büyümeye hazır mıyım sorusu aklımdan hiç
çıkmadı. Daha az korkutucu bir yerden başlamam gerekiyordu.