Repliklerin
kıyısına köşesine ufak tefek itiraflar iliştirmişler bu hafta.
Bölümün
hemen başında, ayaküstü çay içerlerken Dilsiz'in "Uykumu kaçıran şeyler
var" deyişine Hülya, çok güzel, mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu
bölümdeki diyalogları bununla sınırlı kalsaydı da bu sahneyi buraya yazardım
emin olun, çünkü onların böyle ufak ufak adım atmalarına bayılıyorum.
Dilsiz
vurulunca başka başka diyaloglar da duyduk, gündelik ama özel diyaloglar.
Dilsiz'in Handan Hanım'ın karşısında - belki de bir laf yemekten korkarak - uzanıyor
olmaktan çekinmesi çok sahici, çok bizdendi, televizyonda da pek
rastlamadığımız türden bir incelikti. O salonda, ansızın büyüyüp görünür olan
bir Hülya izledik bu sayede. Handan'ın ya da İdil'in söyleyebileceklerinden
çekinmedi, Dilsiz'in canının yanmasını her şeyin önüne koydu ve Dilsiz'in kalkmasına
engel oldu Hülya.
Dilsiz'in
küçük itirafı ise Hülya ile baş başa kalınca geldi. Böyle ilgilenilmeye,
yemeğinin ayağına getirilmesine alışık olmadığından, "Ben vurulayım ara
sıra ya," dedi şaka yollu, arkasına da "Vurulduk ya zaten."
cümlesini iliştiriverdi. Hülya da durur mu, "Tövbe de Ramazan." dedi
bunun üstüne. Dilsiz'in şaşkınlığı uzun zaman geçmedi. 'Dilsiz Abi' ile
başlanan yolculukta, 'Ramazan' durağına gelinmişti çünkü. Sevdiğinin ağzından
kendi adını duyduğun ilk an büyülü bir andır. Bu yüzden Dilsiz'in gülümsemesi
için Hülya'nın odadan çıkmasını beklememiz gerekti.
Azad'ın
Yeter'i kurtarmak için araştırma yapması, sonra Adliye önünde o çıkana kadar
beklemesi, bize anlattığı gençlik hikâyesini hatırlattı bana. Yıllar boyunca
Yeter'i izleyen ve bekleyen Azad, Necdet öldüğünde neredeymiş, ne yapıyormuş
acaba? Ondan bir beklentimiz olması ona haksızlık olur, kabul ediyorum, ama
böyle inatla, tutkuyla beklemiş birinin o sıralarda ne yaptığını sorabiliriz
yine de.
Serbest
kalan Yeter'in kapıda yalnızca Azad'ı bulması çok acıklıydı aslında, ama Yeter,
Azad'ı çok güzel biri gülümsemeyle karşıladı ve onunla geçirdiği süre boyunca
da gülümsemesini yüzünden hiç düşürmedi.
Ve yemek sırasında öyle bir laf etti ki, işte bu, dedim, bu da Yeter'in
itirafı. Önce güven konusunu açtı, sonra da Azad'ın güven telkin eden
cümlelerine "Biliyorum" dedi, "Nerden bildiğimi bilmiyorum ama
biliyorum." İtiraf gibi itiraf. Bunca sene tek taraflı bir aşkı sürüklemiş
bir kadına, kendisine benzeyen, sessizce bekleyen biri elbette güvenilir ve
çekici gelecekti, geldi de.

Yiğit,
Yeter'e 'anne', Ferhat'a 'abi' diyerek pek de gizli olmayan itiraflarda bulundu
ve bunlar da hak ettikleri gibi coşkuyla karşılandılar; gözler doldu, kollar
birbirini sardı ve muhtemelen geçen zamana iç çekildi. Ama Yiğit'in asıl
itirafı, Suna'ya söylediği "Yıllarımı aldı benim, özlemi öfkeye
çevirmek." cümlesiydi. Bu bir itiraftı, çünkü büyük bir özlemi gizlemeyen
bir öfke, zamanla gücünü ve varlığını kaybedebilirdi, oysa Yiğit'in öfkesi ilk
günkü gibi tazeydi. Daha ikinci bölümde şöyle yazmıştım: "Öfkesi böyle
taze olduğuna göre Yiğit için aile konusu henüz kapanmamış." Yiğit,
abisini her gün daha da çok özlediğini, özlemini bastırmak için öfkeye
sığındığını itiraf ederek onayladı beni.
Ferhat'a
kızgın olmasıyla Ferhat'ın babasının Necdet olmadığını öğrenmesi arasındaki
bağlantıyı ben kuramadım. Bu nedenle abisine sarılmaya yer arıyormuş diye
düşünmedim de değil. Ama sebep ne olursa olsun o kucaklaşma dünyalara bedeldi,
orası kesin. Dışarıdaki abisine pencereden el sallayan kişi, savcı olmuş,
çoluk çocuğa karışmış Yiğit değil, abisi tarafından terk edilen, tıfıl
Yiğit'ti.
Ferhat'ın
itirafı tek kişilikti, Aslı duymadı maalesef ama biz duyduk. İzlemeye, görmeye
başladığımız şeylerin gerçekliğinden; en önemlisi de Ferhat'ın bütün bunların
-Aslı'nın kendisini hangi koşullarda, kendisine ve Ferhat'a rağmen sevdiğinin-
farkında olduğunu gördük.
Bütün
bunları bilse bile, yine de kaybetmekten, terk edilmekten korkan küçük bir
çocuk olduğunu da gördük Ferhat'ın. Hikâyenin başında Aslı'nın Ferhat'la
kalmaya ses çıkarmama sebebi Cem'di, malum. Şimdi Aslı eğer Ferhat'la
kalacaksa, yalnızca kendisi istediği için olabilir bu. Ve bunun için Ferhat'ı
sevmesi yeterli olmayabilir, diye düşündü Ferhat, çünkü Aslı ona "Sen
severken de öldürürsün" demişti bir zamanlar. Şimdi Ferhat dönüp soruyor,
"Sence ben severken öldürür müyüm?" diye, masanın altında bacaklarını
gergin gergin titretirken. "Beni terk edecek misin?" sorusuydu bu,
bana kalırsa. Aslı'nın cevap verememesi de sorgulamaya devam ettiğinin işareti.
Ama "Terk etmeli miyim?" sorgulaması değil bu, "Bu koşullarda
nasıl devam ederiz?" sorgulaması. Ya sev ya terk et değil; birlikte
yaşamayı nasıl başarırız meselesi. Dolayısıyla Namık'ın söyledikleri, Ferhat'ın
korktukları ve Aslı'nın düşündükleri aynı şeyler değil.

Namık'ın
itirafı yazık ki bir sevgiyi ifade etmekten çok uzaktaydı. Aksine, Yeter'in
kendisine duyduğu aşka nasıl güvendiğini ve bu aşkı nasıl pervasızca
kullandığını gösteriyordu, nezarethanede kurduğu her bir cümle ile. Her
fırsatta incitmekten çekinmediği kadın, bir kez olsun bu aşkla hareket
etmediğinde nasıl dünyası başına yıkılacak, kendisi düşerken o kadını da
sürüklemeye çekinmeyecek kadar zayıf ve karaktersiz olduğunu itiraf ediverdi
Namık, tek nefeste.