Muhteşem Yüzyıl Kösem’in 2. sezonunda taşlar her geçen
hafta yerlerine daha güzel oturuyor. 4. bölümden bu yana genel anlamda hayal
kırıklığı yaratan herhangi bir bölüm izlemedik. Bu hafta izlediğimiz 7. bölüm ise
şahsım adına yeni sezonda tam anlamıyla “olmuş” diyebileceğim ilk Kösem bölümü
oldu. Başından sonuna kadar bütünüyle özlediğim tadı buldum diyebilirim.
“Öyle olağanüstü, müthiş ne vardı da bu kadar beğendin”
diyeceksinizdir belki. Aslında yoktu. Toplamda 6. yılını geçirmekte olan bir
yapımda Amerika’yı yeni baştan keşfetmiyoruz sonuçta. Gayet tutarlı ve oturaklı
hikaye anlatımı, karakter hikayeleri vardı ki her şeyin başı güzel güzel
anlatılan hikayeler olduğuna göre bu en önemli unsuru hakkıyla yerine
getiren bir bölüm olduğu için güzeldi zaten. İllâ ki gözlerimizi yuvalarından
uğratması gerekmiyor. Sonuçta Muhteşem Yüzyıl’ı en iyi bildiği işi yaptığı,
katıksız Muhteşem Yüzyıl olduğu zaman seviyorum en çok. Bu anlamda tabii ki
Kösem’i de Kösem tadı verdiği zaman.
Bir kere her şeyden önce sezon başından beri izlemekte
olduğumuz irili ufaklı bütün karakterlere ekranda göründükleri süreler
bakımından oldukça dengeli bir dağılım yapmasıyla kendisini sevdirdi bölüm.
Başarısının en önemli noktalarından biriydi. Her karakter ve oyuncu 2.5 saat
boyunca bir şekilde ve üstelik etkili bir şekilde hikayede kendine yer
bulabildi. Boşa konuşan, boşa yer kaplayan kimse olmadı.
Aşk-ı Derûn’un başarısının en büyük sırlarından biri de
buydu. Oldukça kalabalık saray nüfusunda bırakın sultanları paşaları, mutfaklardaki
aşçıya kadar her karakterini ayrı ayrı sevdirebilmişti. Bu nedenle hikaye sürekli
ana karakterlere odaklanıp yardımcı oyuncuları figüranmışlar gibi arka plana
itmediği her defasında olduğu gibi bu sefer de seyir zevkimize zevk kattı.
Çeşit bol olunca, izlemesi de keyifli oluyor zira bu haftaki bölümde olduğu
gibi yardımcı karakterlerin hikayeleri de ana hikayeye etkili bir şekilde
eklemlenince dizi akıp gidiyor. Tabii bunda artık yeni oyuncu kadrosundaki yeni
yüzlere iyiden iyiye aşina olmamızın da etkisi var.
Bu anlamda Hezarfen Ahmet Çelebi ve Evliya Çelebi
karakterlerinin bu bölümde kendilerine bol bol yer bulabilmiş olmalarına da
sevindim. Evliya Çelebi sarayda olan biteni yazan çizen biri olarak yine
gerektiği zamanlarda ekranda görünüyor ama Hezarfen Ahmet Çelebi (Ushan Çakır)
genelde ana kadroda hep en dışarıda kalan, diziden en ayrıksı gibi görünen isimdi. Karakter sanki sadece o meşhur uçma denemesini yapsın da sonra başına geleceklerle görevini tamamlamış bir şekilde köşesine çekilsin diye var gibi duruyor.
Hezarfen Ahmet uçma hayallerinin peşinden koşturup çılgın
icatlarına devam etsin tabii ama bu neden dizide olan biten diğer gelişmelerden
kopuk olmasını gerektirsin ki? Sonuçta o dönemin en önde gelen tarihi
kişiliklerinden biri. Bu bölümde olduğu gibi gündelik olaylara da ucundan
kıyısından tanık ve de dahil olması hem karakterin gelişmesi hem de Ushan Çakır’ın
etkili bir şekilde kullanılması açısından oldukça yerinde olur.
Bu noktada artık ucundan kıyısından Lagari Hasan
Çelebi karakterinin de olaya dahil olmasını bekliyorum. İlk sezonda Yeniçeri
Ocağı’nın en küçük acemi oğlanı olarak İskender’in peşinde dört dönerken
gördüğümüz ama İskender ocaktan çıkıp saraya girince geçen onca yıla rağmen bir
daha kendisinden haber alamadığımız Lagari, uçma denemelerinde Hezarfen Ahmet
Çelebi’nin yanında olan kişi malumunuz. Böyle bir karakter bu sezonda
atlanmayacaktır diye umut ediyorum. Onun gelişiyle birlikte Hezarfen
karakteri de daha çok ön plana çıkmaya başlar ve ilk sezonda İskender, Ali ve
küçük Lagari arasında kurulan ama şartlardan dolayı ömrü kısa sürmek zorunda
kalan üçlü arkadaşlığın bir benzeri Hezarfen, Evliya ve Lagari arasında kurulabilir
diye düşünüyorum.
Bölümün en büyük sürprizi şüphesiz gönüllerin padişahı
Deli Mustafa’yı tekrar bize hatırlatması oldu. 1639 yılında vefat eden 1.
Mustafa ikinci saltanat döneminde de tahttan indirildikten sonra ömrünün sonuna
kadar sarayın labirentleri arasında unutulup gitmiş trajik bir şahsiyet.
Açıkçası her iki saltanat dönemi de kelimenin tam anlamıyla geçiştirilen, buna
rağmen ilk sezonun en unutulmaz karakterlerinden ve en orijinal bölümlerinin en
müthiş kahramanı olan Deli Mustafa’nın adını bu sezonda anacakları aklıma bile
gelmemişti.
Gördük ki kapatıldıkça delirdiği yetmemiş gibi saray
ahalisi hepten öldürmek istercesine iyiden iyiye kapkaranlık, zindan gibi bir
yerde hapsetmiş Divane Padişahı. Başına da iki tane bekçi dikmişler. Muhteşem
Yüzyıl tarihinden geçmiş en acıklı karakter kendisi resmen. İlk sezonda üstüne
duvar örülen odasını görünce ruhum daralmıştı, bu kapkaranlık zindanı görünce
temelli kalbim sıkıştı. Gülbahar Sultan’ın dediği gibi ölmekten beter olmak
dedikleri bu olsa gerek.
Bir an odanın içinde, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum
gibi bir sürüngene dönüşmüş, saçı sakalı birbirine girmiş ibretlik bir Deli
Mustafa görmeyi bekleyerek heyecanlandım ama öyle bir şey olmadı. Kısmetse
haftaya artık. Padişahlığı döneminde Divan’daki vezirlerinin başlarındaki
sarıkları devirmesi gibi izlemesi müthiş eğlenceli olacak çılgın hallerini göremedik ama başkalarının iktidar
hırsları yüzünden hayatları harcanan insanların ibretlik halini bir kere daha
gözler önüne sermek ve iki sezonu birbirine bağlamak açısından kaçırılmaması
gereken bir fırsat olur.
Yazı devam ediyor...