Hayatta bir insan
kaç kere bir taşa takılıp yere düşer? Bir kuyunun dibinden tekrar aydınlığa
çıkmaya çalışır? Kaç kere bir bulut belki tutar diye uçurumdan aşağı atlar?
Kaza yapsa bile kontrol edemeyecek kadar hızlı giden bir aracı kullanmaya devam
eder? Eğer aşıksan bu soruların hiçbirinin cevabı yoktur. Gözün kapalı ne
olursa olsun, her birini yapmaya devam edersin. Ne güzel demişti Defne; “Hayat siz plan yaparken başınızdan
geçenlerdir.” ya da “Hayatta
yaşadığımız her şeyin bir sebebi var. Belki çok sonra yaşayacağın bir
mutluluğun bedelidir bu sıkıntı. Belki değmiyordur bile.” Bizi biz yapandır
yaşadıklarımız. Eğrisiyle doğrusuyla, mutluluğuyla acısıyla, hatasıyla
başarısıyla her yaşadığımız kendi kişisel tarihimizin bir parçasıdır ve onların
hepsinin bir amacı vardır. Aynen bir gün “Yapamam.
Olmaz. Bana kızma ne olur” diye bir notla Defne’nin dağ evinde Ömer’i terk
etmesi gibi...
Defne o gün
hayatının en doğru kararını almıştı. Orada kalması oyunu kabul etmesi ve onun
bir parçası olmasıydı. Ancak o terk etmişti. Belki bu hareketi sayesinde bugün Ömer
onu kafasında masum ilan etmişti ama o gün elinde bir notla göz yaşları içinde
kalan adamın acısı hiç unutulmazdı. Ve tabii ki beraberinde yaşananlar.
Aşk ve aşk
acısı...
İçerdeki alevin
dışında kalan mat ve tok duruş. Acıyla var olan aşk. Alevlerin saklanması.
Kapkaranlık bir
odada art arda ekranda beliren çizimler. Her biri yaşanmışlıkların bir
sonucuydu. Sonuçta tasarım işi kolay değildi. Aklında ve duygunla alakalı bir
şeydir. Ömer de terk edilmenin sonucunda yaşadığı ve hissettiği ne varsa kağıda
dökmüş, hepimizi de çizimleriyle kendine hayran bırakmıştı. Biliyorduk bu
çizimlerin ilham perisinin Koray değil de, yanı başında oturan Defne olduğunu
ama işte Kiralık Aşk oyunu gibi onu da içimizde saklamıştık. Kişisel tarihimizi
tamamlamak adına bazı acıların yaşanması şarttı. Ancak kalıcı olmamak
şartıyla...
Çünkü hepimiz
aslında birer yıldızız. Koca evren hepimizi eşit derecede seviyor. Hiçbirimizin
hayatı ise diğerinden daha önemli değil. Ancak yıldız olabilmek için hepimizin
ışığını yansıtacak biri bulması gerekiyor. Bu arayış bazen çok uzun sürebilir,
bazen ise tam yanı başındadır. Senin için atıyordur o kalp, ancak hızlı
atışları duyulmuyordur. Duyulması için yepyeni şahane anların yaşanması
gerekir. Bu nedenle de aşk acısıyla yapılan çizimler Sinan’ın tek bir
hareketiyle tuzla buz oluyor. Belki o
çizimlerin Tranba’ya geçmesi o anda kralımızın kaybedişiydi ancak aslında aşk
acısına verilen bir vedaydı. Ya da sahil kenarında inanmayı arzuladığımız o
mucizelerin var olduğunu görebilmemiz için bir fırsat...
Hani biz
mucizelere inanmak istiyorduk Kiralık Aşk ile keyifli bir sofrada bir araya
gelen dostlar?
Yapabilirsiniz.
Önce üzerinizdeki siniri bir atın. Sakinleşin, sakin olun... Hatta size çok
güzel bir kahve yapayayım aynen Defne gibi. Sonra da onun gibi mucizeler saçan
değneğimi harekete geçireyim. Keşke öyle bir değnek olsa değil mi? Ama işte
hayattaki tüm mucizeler yaşanan acıların sonunda ortaya çıkıyor. Pek de kolay
elde edilmiyor. Yeter ki umut edelim, inanalım.. Ve Defne’nin tam da yaptığı
gibi herkesi arayıp “Biz pes etmedik, ipin ucunu bırakmadık” diyebilelim.
Herkes hayal gördüğümüzü sansa bile, biz bu hayalin sonunda gerçek bir mucize
olduğunu bilelim. İşte o zaman aşk acısı yerini yepyeni duygulara bırakır.
Kafa karışıklığı,
yarım kalanlar, hayaller, beklentiler, ihtimaller, heyecan...
Böylece ortaya
aşk acısından bile daha iddialı bir koleksiyon çıkar. Bir kaybediş, başka bir
kazancın kapılarını açar. Boşuna dememiş atalarımız “Bir kapı kapanır, başka bir kapı açılır.” Hele bir de ortada yaşanacak
muhteşem bir aşk varken, aşk acısını çekmenin onu kağıda dökmenin ne gereği
var? İşte kader de bu acının yaşanmasını istemediğinden o çizimleri heyecan
dolu bambaşka çizimlere bıraktı. Yarım kalanlar tamamlansın diye...
Peki biz cidden
ikinci şansa inanıyor muyuz? Yarım kalanların, yaşanamayanların bir gün yaşanma
ihtimali olduğuna?
Yoksa Defne gibi
tüm yaşanan acıların ardından “Farkında
mısınız? Hayat hep yol ayrımlarıyla dolu, defalarca karar veriyoruz, bir yere
sapıyoruz, ‘tamam benim yolum burası’ diyoruz sonra yeniden bir çatala çıkıyor
yol. Yeniden tekrar tekrar karar vermek zorunda kalıyoruz. Sonunda bütün bu
seçimlerimiz bizi biz yapıyor. Ama yine de dönüp hayretle bakıyorum yaptığım
seçimlere... O zamanki ben, şimdiki beni şaşırtıyor bazen. Ama hayat bizden
yeni kararlar almamızı bekleyerek devam ediyor. Ne de olsa yürümeye mecburuz ve
hiç unutmamak lazım bu yolları bir defa yürüyoruz. Provası, ikinci şansı yok.” diye
isyan ederek mendil atıp bu savaştan çekilmeyi mi tercih ediyoruz?
Ancak hiçbirimiz
yaşamadan bilemiyoruz aslında kapının arkasında bizlerin her zaman mucizeler
beklendiğini ve ikinci şansın her zaman mümkün olduğunu. Ama işte hayat bir
zamanlar koleksiyonu hazırlayacak gücü kendinden bulamayan Ömer’in “Haklı falan değilim... Tek bir hata, aşkın
karşısında ne ki?” diyerek ikinci şansını denemek için geri dönmesi gibi
şaşırtıcı anlara şahit olmamızı sağlıyor. Üstelik bu öyle bir dönüş ki kağıt
yerine bir masada arkasında yok olması imkansız bir kanıt bırakacak kadar
iddialı. İlk başta göz kamaştırıyor, elde edilmesi çok kolay görünüyor, hemen
herkesi etkisi altına alıyor ve anında bir başarı getiriyor. Çünkü ikinci şansı
için savaşmak isteyenler ilk seferinden çok daha azimlidir. Bu azim de
beraberinde eğer bir sanatçıysan etkileyici bir yaratım sürecini başlatır. Peki
üretim süreci de aynı şekilde kolay olabilir mi?