Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
Yeryüzünde bizim kadar yalnızlar...
Hepimiz ışığımızı
yansıtacak başka biri bulana kadar yalnız dolaşırız bu evrende. Bir yerlerde
tesadüf eseri rastlaşacağımız ruh eşimizi bekleriz dolaşırken... Beklerken de
kendi hayat hikayemizi yaşarız. Kapımıza gelen talipleri sopayla kovalar,
çiçekle adlarımızı yazanlara burun çeviririz. Terk ediliriz, üzülürüz, çok
severiz, yalnız kalırız ama her şeyden çok kökleri geçmişte bir gelecek kurmak
adına hayal kurmaya devam ederiz. Bulduğumuz her fırsatta yıldızlara bakarak
hayaller kurar ve düşüncelere dalarız.
“Ya hepimiz eşsizsek... Bu koca evren hepimizi
eşit derecede seviyorsa.. Ya hiçbirimizin hayatı aslında diğerinden önemli
değilse... Ya hepimiz bir yıldız oluyorsak...”
Sonra da gün gelir Eros
okunu bizlere fırlatmaya karar verir. Ve bir rüzgar alıp götürmeye başlar
bizleri, ruh eşimizi bulmak için uzak diyarlara... Bazen bu ruh eşi bambaşka bir ülkededir,
bazen de bizleri ya sokağın köşesinde bekler ya da çalıştığımız yerde...
Hayatımızın geri kalanını birlikte geçirmek isteyeceğimiz o bir çift göze
gözlerimiz ya da dudakla dudaklarımız buluştuğu an ise hayat durur. Hiç
beklenmedik bir elektrik yayılır etrafa ve biz artık aynı kişi olmaktan
çıkarız. Aşkı bir kere tattığımız zaman geçmişe dönmek imkansızdır. Hangi
teknolojileri geliştirirlerse geliştirsinler bu mümkün değildir. Anlamayız bile
rüzgarın ne ara esmeye başladığını. Ta ki biri gelip bizlere bunu haber verene
dek;
“Sadri ustanın size bir mesajı var: Bir yerlerde
bir rüzgar esmeye başlamış hissediyorum.”

O an anlarız artık bu
aşkı sadece kendi içimizde yaşamadığımızı, etrafınızdakilerin de fark ettiğini.
Çünkü aşık olduğumuz an bize ters düşecek hareketler silsilesi yaparken buluruz
kendimizi. Örneğin, bugüne kadar hiç kimsenin girmesine izin vermediğimiz
ustamızın atölyesine gitmesini isteriz sevdiğimizin. Gözlerimiz ve ruhumuz hiç
durmadan onu aramaya başlar. Ancak daha önce aşkı tatmamış olanlar ilk önce
neler hissettiğini anlamakta zorlanırlar. Çizim yaparken kendini bir anda
sevdiği kadının doğum iznini çizerken bulduğunda şaşkınlığa uğrar, uykusuz
gecelere anlam veremez, ruhunu sıkanın ne olduğunu anlamaya çalışır ama en çok
kalbindeki sıkışmayı alakasız şeylere yormaya başlar. Hele bir de bu kişi acı
çekmekten korkuyorsa durum iyice vahimdir. Aşk denilen o duyguyu derinlemesine
hissetmeye başlasa bile bunu fark etse bile etmemiş gibi görünür, o kendini
koruma altına aldığı buzdan şatonun dışına çıkmak istemez. Aynen aslında yüzmek
için yapılan gemilerin, fırtınalardan korktuğu için limanda kaldığı gibi...
Sonra bir an gelir kendinize itiraf edersiniz:
“Ben de farkındayım, rüzgar geliyor.”
Ve bir bakmışsınız hiç
farkında olmadan çıkarmışsınız geminizi limandan dışarı, başlamışsınız sürmeye
bilinmeyen uzak diyarlara doğru... Ama karşınıza çıkan ilk engelde hemen
bulduğunuz en yakın limana girmek istersiniz. Örneğin, o çok sevdiğini
düşündüğünüz genç kızın büyük bir özenle hazırladığınız ayakkabıyı çaldığını
sandığınızda. Kendi kendinize başlarsınız sayıklanmaya “Biliyordum kimseye
güven olmaz, ben niye güvendim ki? Güvendiğim an kendimi acı çekerken buldum.”
Hemen gururunuz öne çıkar. Aşkın en büyük düşmanıdır gurur zaten. Bilseniz bile
karşınızdakinin suçsuz olduğunu dile getirmek istemezsiniz, çünkü içten içe
ondan uzak durmak adına bunu kendinize bahane edinmişsinizdir. Ama unutursunuz
bazen o kızın da sizin gibi dikbaşlı ve gururlu olduğunu. Hemen başlar
kendisini savunmaya:
“Aşk ve Gurur’daki adam gibi inatçı ve
önyargılısınız. Köşeli yanlarınız var ama yanlış olduğunu bildiğiniz halde
vazgeçmek gururunuza dokunuyor. Filmdeki Lizzie çok haklı erkekler kibirleri ve
gururları yüzünden kendilerini harcarlar.

İşte o an aklınız
başınıza gelir, karşınızdaki bu kıza neden aşık olduğunu anlarsınız. Doğallığı,
inatçılığı, acemiliği, hiç istemeden yaptığı hataları, her şeyden öte çok
gerçekçi olmasıydı sizi anında ektisi altına alan. Ve o an tam ondan vazgeçmeye
hazırken yine tüm doğallığıyla size hatırlatmıştı duygularınızın gücünü. Zaten
hayatınıza öyle bir nüfus etmişti ki, eğer gitseydi yanınızdan yapayalnız
kalabilirdiniz aynen sabah onun yokluğuyla karanlığa düşen evde kırdığınız
bardaklar gibi paramparça... Yeniden bırakmak istersiniz kendinizi rüzgarın
akışına. Ama içinizde bir yerde sizi kemiren “Ya başkasına aşıksa” düşüncesi temkinli
duvarlarınızı hafifçe bile olsa hareket etmesine engel oluyor. O şüphe yok mu,
o şüphe sizi herkesten uzaklara kaçırabiliyor bazen. Hatta kendinizi ve hayatı
sorgulamanıza da neden olabiliyor:
“Usta bugüne kadar kapılarımı hep kapalı tuttum.
Kendi dünyamda yaşadım. Kimseye ihtiyaç duymadan. Kendimle yetinerek ve şimdi o
gizli dünyanın kapıları açılıyor.”
Bu itiraf ile başlıyor
rüzgar en hızlı bir şekilde esmeye... Ve bizler başlıyoruz muhteşem bir aşkın
nasıl inşa edildiğine şahit olmaya.
Tanıdık geldi bu hikaye değil mi? 50 bölümdür gururları ve önyargıları
yüzünden kendileri aşka bırakamayan iki kişinin hikayesini izliyoruz. Bazen
hayat aralarına girdi, bazen kendileri, bazen de Kiralık Aşk oyunu. Ancak ne
yaşanırsa yaşansın aslında tüm olanlar mutlu sona sapasağlam varmak adınaydı.
Sude ne güzel söylemişti bu bölüm: “Her
aşkın kendi matematiği var. Bunu da yaşamaları gerekiyormuş demek ki, sen
olmasan başka bir şey olacaktı.” Ya da Ömer’in “Borçluyuz o yaşadıklarımıza, onlar sayesinde buradayız. Daha iyi
tanıdık birbirimizi, daha çok sevdik, kusurlarımızla...” sözleriyle
açıkladığı gibi...