Ömer’in Defne ile aşkından ilk kaçtığı sırada (7.bölümde) kapağını açtığı
kitap bu hafta Defne’nin yokluğuyla evde yere çöküp onunla anılarını düşünürken
son bulmuştu. Bizler de Ömer ile birlikte nostaljik bir yolculuğa çıkmıştık.
Onun hatırladığı anlara şahit olurken dikkat etmiştim hep Defne’nin en kendi en
doğal ve içten olduğu sahnelerdi Ömer’in aklına düşen ona dair. Belki de
dedesinin dediği gibi ailesi olmaya dair. Geçtiğimiz aylarda bir yazımda Disney
prenseslerinden bahsetmiştim. Çoğu hikayelerde annesiz yazılmıştır ve anne
eksikliği yüzünden birçok acı yaşamak zorunda kalırlar. Ama masalın sonunda
yazar onlara aşkın en büyüğünü uygun görür, çektikleri acıların bir mükâfatı
olarak. Bizim hikayemizde hem Defne hem de Ömer aslında bu karakterler gibi.
Onların da mükafatı birbirleri... Geçmişi geri getiremezler belki ama birlikte
aile olarak kuracakları geleceklerinde, geçmişte yaşanan acıları tek tek
unutturabilecek güçte bir aşka sahipler. Görünüşe göre Ömer de bunu anlıyor ki;
beyaz atı yerine biniyor motosikletine yola çıkıyor Manisa’nın meyve bahçelerine...
Ben de o an hiçbir özür cümlesi duymaya gerek kalmadan silip atıyorum Ömer’e
dair kalbimdeki tüm kırgınlıkları. Çünkü benim için Ömer İplikçi’nin sevdiği
bir kadın uğruna kilometrelerce uzağa deplasmana gitmesi bir çeşit özürdür.
Hele bir de karşına çıkan Nazmiş’e sanki hiç ayrılmamışlar gibi kendisini
“Defne’nin nişanlısı” diye tanıtıp beyaz atlı prens misalı ormanda kaybolan
prensesini bulmak için arayışa geçmişse...
Öyle iki kalp ki Defne ile Ömer’inki kocaman ve karmakarışık bir ormanda
bile birbirlerini bulmayı başarıyorlar. Ve o gözler Manu’daki gibi yeniden
birbirini bulduğunda yaşanan tüm acılar unutup gidiliyor. Görünüşe göre Defne
de benim gibi pek bir yumuşak kalpli. Affetmek daha doğrusu kırgınlıkları
unutmak için çok da önüne güllerin serilmesine gerek yok. Hiç beklemediği bir
anda, hiç beklemediği bir yerde hayata dair tüm umudunu kaybetmişken o ölümüne
sevdiği erkeği görebilmek her şeye yeniden başlaması için yeterli oluyor. Zaten
Defne Topal ne bir ağaç olup sonsuza dek o şekilde yaşayan Apollon’un
Defne’siydi ne de sevdiğini terk edip bir daha dönmeyen Albertine’di. O tüm
yaşananlara ve gururuna rağmen aşkı seçerek kendisine gelen sevdiğini hiç
sorgulamadan “Buradasın...” diyerek
karşılayan Ömer’in Defne’siydi. Sevdikleri uğruna her şeyi yapabilen ve onları
her haliyle kabul eden tatlı Defne.
“Buradasın...”
Tek bir kelimeyle birden
bire ekran başında çıkıyorum geçmişe doğru yolculuğa. 14.bölümde Defne’yi
ailesiyle en mutlu anılarını biriktirdiği dağ evine getiren Ömer’e... Ne güzel
karşılamıştı sevdiğini: “Buradasın...” Bilen
bilir pek haz almadığım bölümlerden biridir 14.bölüm. Nedense yaşananlar pek
yapay gelir, hatta o hafta bölüm bittiğinde “Acaba bunlar sevgili olmasa” bile
dediğim olmuştu. Ama daha sonradan anlamıştım o yapaylığın nedenini, “Biz ya da
bir” olabilmeleri ve bize o doğallığı hissettirmeleri için yaşamaları gereken
çok şey vardı. O yüzden o bölüm şimdi bana daha bir anlamlı geliyor. Özellikle
de bu haftanın ardından...
Ömer sevgili oldukları an
kaçırmıştı Defne’yi kendi geçmişine... Ne güzel demişti Defne o evi gezerken
Ömer’e “Çok güzel bir ev, çok sıcak. Bu
ev sana benziyor. Senin hiç göstermediğin yüzüne... Şehirdeki şıkır şıkır ev
sert soğuk Ömer, burası da benim tanıdığım Ömer sanki.” Sonra ise Ömer’in
cevabı hepimizin kalbini feth etmişti: “Sana
benzesin bu ev, şehirdeki ev, ben... Her şey sana benzesin istiyorum.” Ve
her biri diğerinden daha güzel anlara şahit olmuştu o ev o gün onlarla... Ancak
Neriman’ın acı telefonuyla gerçek hayata dönmüşlerdi. Hani Defne’ye gördüğü
kabusta Ömer sormuştu ya “Ne kadarı
gerçek ben nasıl bileceğim” diye, benim için onların hikayesinin gerçeklik
tarafı Defne’nin o günkü terk edişiyle başlamıştı. Oyunu başarıyla
sonuçlandırmak yerine onun Ömer’siz olmayı tercih etmesiyle... Ondan sonra ise
biz 36 bölüm boyunca orada yarım kalanların tamamlanmasını bekledik.
Karşılaştıkları her düzlük onları daha güçlendirmiş, her ayrılık birbirleri
olmadan yaşayamayacaklarını göstermiş ve yaşanan tüm olaylar birbirlerini daha
çok tanımalarını sağlamıştı.

Ve şimdi Ömer’in o
söyledikleri artık gerçek olmuştu. Her şey Defne’ye benzemişti. Ömer’in kalbi
bile... Ama bunu sadece kendi fark etmemişti. Değiştiğini kabul etmek istemeyen
inatçı bir keçi gibi. Ancak başka bir inatçı keçi sayesinde anlamıştı her şeyi
ve rüzgar Sevil Berberi melodisi eşliğinde yeni başlamıştı esmeye... Üstelik bu
sefer Defne aynı sözlerle sevdiği adamı kendi çocukluğunun geçtiği yerde
karşılamıştı. Bir zamanlar terk ettiği zaman, şimdi kendi ayaklarıyla gelmişti
yanına tüm gururunu arkasında bırakarak. Şimdi bu Ömer affedilmesin de, kim
affedilsin. Herkesin özür dileme şeklidir bu hayatta. İlla da sözlerin dile
gelmesi gerekmez. Eğer biri kendi sınırları dışında bir hareket yapabiliyorsa
senin için, bana göre bu özrün en güzelidir. Üstelik bunu “Seni alıp buradan gitmem mümkün mü acaba? Tatlı bir şarkısının içinde
yaşasak. Rüzgar bizi nereye savurursa savursun, hiç kopmasak.” sözleriyle
gerçekleştiriyorsa, daha ne isterim…
“Rüzgar bizi nereye savurursa savursun, hiç kopmasak.”
Artık aralarında ne
geçerse geçsin ayrılmak istemeyen bir Ömer vardı o ormanda. Bunu belki daha
önce dağ evinde terk edildiğinde ya da bankta Defne’den ayrılıp gittiğinde
anlamıştı ama o zamandan bugünlere köprünün altından çok sular geçti. O kadar
çok şey yaşandı ve paylaşıldı ki, şimdiki idrak süreci bir daha geri
dönülmeyecek bir yoldur. Ve Ömer bir kere o yola girdiğine göre de artık ne
olursa olsun Defne’sinden vazgeçmeyecek. Çünkü Ömer ilk kez Defne’yi anladı.