“Aşk gerçekten affeder mi?”
Kendi kişisel tarihinizde ya da size anlatılanlardan belki
de şahit olduklarınızdan sonra hiç değilse bir kerecik bu soruyu kendinize
sormuşsunuzdur. Kalbi atan her insan kıyısından köşesinden bulaşıyor bu cevapsız sorulara. Hatta bazen de o kadar
sık bu soru ile karşılaşırsınız ki “yaşamadan bilemem” cevabını vererek kestirip atmayı tercih edersiniz. Bölüm boyunca aklımla kalbim yine nefret etti birbirinden. Çünkü sorunun
cevabına karar veremedik bir türlü. Neye mi karar verdim? Kendimce sebeplerim
var diyerek açıklayayım o halde.
Sanki ben yüzük attım, o ne üzülmek, o ne gerilmek :(
Aslında filmi biraz başa sararak başlamak daha doğru olacak.
Geçtiğimiz haftaki Ömer tramvasından sonra, ben de en az onun kadar keskindim.
Affedilmemesini, acılar içinde yalnız kalmasını istedim. Çünkü Ömer İplikçi
haddinden fazla şımarmıştı. Sanırım bu isteklerimle, keskinliğimle kendimi yine Ömer İplikçi’ye benzerken buldum. Defne’nin
çok kırgın olduğunu biliyordum ama yetmedi bana. Çok kızgın olsun istedim, Ömer’i
affetmesin, süründürsün en az onun kadar buz kesilsin istedim. Kısacası Defne’nin
‘Ömerleşmesini” bekledim.
Yanılmışım,
Defne’nin Defne, Ömer’in de Ömer olduğu için aşka tutulduklarını unutmuşum,
Ömer gibi öfkem gözlerimi kapatmış. Kendime kızdım. Bir de Ömer’e… Daha doğrusu
kırıldım. Çünkü beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Ağzından çıkan o büyük
cümlelerin nasıl can yakıcı olduğunu fark etmediği için ona kırılmıştım. Sonra
bir kere de arkama yaslanıp bakayım istedim. İtiraf etmek gerekirse, tam da ‘Ömerce’
bir hareketti onun ki. Karşısındakini neresinden vurması gerektiğini, hangi
yarasına dokunursa daha çok acı vereceğini bilir bazıları. Ve kendi öfkelerini,
kırgınlıklarını karşısındakileri “daha çok acıtarak” bastırırlar. Ömer’de bizim
oralardandı yani. Kızgınlığım puf oldu uçtu, affettim.

Aşırı buzlanma için, lütfen ısıtıcılarınızın ayarları ile oynayınız.
İlk sahnelerde Defne’nin kırılmışlığı, narinliği daha da
kasvetlendirdi beni. Hele şirkete girerken içinde bulunduğu o heyecan..
Kalbinin güm gümlemesini o kadar hissettim ki ben de ekran başında gerim gerim
gerildim. Ömer’in odasına girdiği anda artık adrenalin tavandı. Sanki ben
istifa ediyormuşum gibi, “Hadi ne olur, çık artık şu şirketten çık da nefes al”
dedim sık sık. Ömer’e kızdınız değil mi? Kızın yüzüne bile bakmadı, buz
şelalesi dediniz değil mi? İlk dakikalarda ben daha fazlalarını bile dedim..
Koray konuştukça içimden serin serin sular aktı hatta. Sonra yukarıdakileri yazdıran “şey” tekrar ziyaret etti beni. Ömer
gibi bakmaya çalıştım. ‘İçinin’ gittiği, canının çok yandığını bildiğimiz Ömer,
hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Ömer işte…
Sık sık mazoşist olduğunu düşünüyordum,
bu hafta artık tedavi olması gerektiğine karar verdim. Ama bir gram bile
şaşırmadım. Yine bazı insanlar, acılarını yaşamak isterler. Ama gerçekten,
dibine kadar. Ve mümkünse en acıtan
şekilde, kendilerini cezalandırırmışçasına. Bunun yolunda, kimsenin yanında
ağlayıp, dert yanmadan kendi içlerine bakmaktan geçer. Hatta hiç umurlarında değilmiş
genişliğinde davranıp insanları kendilerinden nefret ettirirler. Bunların hepsi
acı eşiğini yükseltir. Ömer’de tam olarak böyle yaşayanlardan işte. İnsanın
sarsıp, “Ömer kendine gel, yaşam belirtisi ver!” diyesi, içindeki buzlar erisin
diye ateş yakası geliyor. Ama pek bir şeyin değişeceğini sanmam.
Yazı devam ediyor..