Geçtiğimiz Eylül ayında Kösem’in Türk televizyon sektörü
için birkaç boy büyük olan, Hollywood filmlerinin trailerlarına benzeyen o
şahane teaserını izlediğim zaman yeni Muhteşem Yüzyıl için aklımdan çeşitli
muhtemel senaryolar geçmişti. Teaserının muazzamlığına rağmen ilk dizi kadar
iyi olamayabileceği ihtimali de bunlardan biriydi. Zira örneklerine çok sık
rastlanan bir durum bu. Orijinal film / dizi ne kadar iyiyse ardından gelen
devam bölümleri genellikle ilki kadar iyi olamaz ve ancak çok çok nadiren
orijinal eserin başarısını da sollayıp daha yüksek yerlere çıkabilirler.
Olabilir. Sonuçta böyle bir ihtimalin varlığı devamını getirmemek için geçerli
bir sebep değil. Arz-talep meselesine göre işleyen bir sektörde çok tutulan (ya
da en baştan seri şeklinde tasarlanan) filmlere yeri geliyor bir düzine bile
devam filmi çekilebiliyorken, dizilere neden çekilemesin? Üstelik de kaynağını
tarihten alan, anlatılacak derya gibi ilginç hikayeleri hazır olan dizilere?
Böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı olmama rağmen yine de
öyle bir teaserdan sonra gelebilecek dizinin bazı bölümlerini izlerken ekran
karşısında uyumamak için resmen kendimi zorlamak zorunda kalacağım, içimin
geçmesini engellemek için kimi sahnelerde telefonumla oynamak, sosyal medyadaki
anlık yorumları takip ederek oyalanmak gibi uğraşlar geliştireceğim aklımın
ucundan bile geçmemişti. Ne de olsa rahmetli Meral Okay’ın hayatta olduğu ilk
iki sezonunda, işlenen bütün hikayelerinin ve karakterlerinin ilmek ilmek
örülerek ustalıkla birbirine bağlandığı, 1.5-2 saatlik bölüm sürelerini su gibi
akıtıp giden bir dizinin devamı söz konusuydu. Akla her şey gelirdi de böylesi
biraz zordu. Gelin görün ki olacağı varmış. Kösem’in 23. bölümünü izlerken ilk
1.5 saatlik zaman diliminde tıpkı dizideki oyuncuların performanslarında olduğu
gibi üzerime resmen ölü toprağı serpilmiş gibi oldu. Bu yazıyı yazacağım için
tv yayınından sonra boş vakit bulabildiğim ilk anda oturup baştan izlemek
zorunda kaldım.

Görmemişin tacı olmuş, tutmuş onunla uyumuş.
Yazı biraz da bu sebeple gecikti. İki-üç defada ancak tamamlayıp
bitirebildiğim bir bölümle ilgili ne yazacağımı açıkçası pek bilemedim. Sanırım
bahsi şu zaman atlamasından açmak lazım çünkü son iki-üç bölümdür hem diziyi
izlerken aldığım keyfin hem de hakkında yazarken hissettiğim hevesin bayağı bir
düşmesinin sebebi bu zaman atlaması oldu. Bu bölümde öğrendik ki tam on bir yıl
geçmiş aradan. Ancak küçük çocukların büyümesi haricinde bütün hikayeler ve
karakterler on bir yıl önce kaldıkları noktadan devam ettikleri ve ben bunda
geçerli herhangi bir inandırıcılık göremediğim (ya da dizi seyirciye bu derece
uzun boylu bir zaman atlamasının gerekliliğini ve aradan geçen onca zaman neyin
neden değişmediğini anlatamadığı) için olacak ben bayağı bir koptum diziden.
Boş gözlerle izler oldum. Bu zaman atlamasının şu ana kadar dizinin yararından çok zararına olduğunu düşünüyorum. Son birkaç bölümdür takıldığım başlıca şeyler daha çok neden oyuncu
kadrosunun çoğunun canlarından bezmiş gibi oynadıkları ya da neden bütün
kadınların istisnasız her sahnede kafalarında bir karış büyüklüğünde, son
derece abartılı taçlarla dolandıkları gibi seyirciyi ekstradan yoran detaylar oluyor.
Kösem’i izlerken yorulmamak pek mümkün değil zaten.
Oyuncuların donukluğuna, hainlik tasarlamıyorlar ya da yaptıkları hainlikler
sonucuna ulaşmıyorsa asla gülmeyen karakterlerinin mütemadiyen asık ya da
kaşları çatık suratlarına, dünyanın en normal işiymiş gibi 7/24 rahatlıkla adam
öldürme kumpasları kurmalarına 2.5 saat boyunca tanık olduktan sonra, senaryo
su gibi akıp gitse bile insanın üstüne çöken hissiyat zaten karabasan gibi bir
şey olacaktır eminim. Şahsen benim artık nefesim daralıyor bu kadar çok negatifliği
bir arada izlemekten. Ekranın karşısından ruhum kararmış bir şekilde, “ne biçim
insan bunlar böyle” diye düşünerek kalkıyorum. Üstelik hikayenin ruhları
daraltacak asıl karanlık dönemleri başlamadı bile. Muhteşem Yüzyıl projesine
asla “bizim ecdadımız böyle değildi, yanlış tanıtıyorlar” diye düşünen tutucu bakış
açısından yaklaşarak bakan, Osmanlı hayranlığı bulunan bir seyirci değilim ama
Kösem’deki “tarih” ve “saray hayatı” algısında bir sevimsizlik olduğu kesin.
Belki de sonrasında gelecek olan dehşetler için seyirciyi şimdiden
hazırlayabilmek adına özellikle böyle bir kurgu yapma yoluna gidiyorlar. İlk
dizinin “romantik”liğini mümkün mertebe unutturabilmek için.
Aslında bir proje olarak Kösem’in ve ele alıp anlatmayı hedeflediği dönemin
açmazlarından biri de burada. Ülkemizde çekilen neredeyse bütün diziler,
prodüksiyon maliyetleri ne kadar büyük olursa olsun, en nihayetinde çoğunlukla
kadın seyircilere hitap eden pembe diziler. Pembe dizi dediğiniz nedir? Kaba
taslak olarak zengin ve şaşalı hayatların anlatıldığı, bir sürü güzel kadın ve
adamın rol aldığı, şatafatı bol, incir çekirdeğini pek doldurmayacak pembe
pembe aşk-meşk hikayeleri bol, seyircisine hoşça vakit geçirten, onlara “tatlı
masallar” anlatan, kendi acımasız gerçekliğini bir süreliğine de olsa
unutturan, en sonunda da “peri masalı”nı tamamlayıp, bir türlü kavuşamayan
aşıkları kavuşturup, kötülere hak ettikleri cezayı çektirip, herkesi mutlu mesut
ekran karşısından yolculayan diziler. Kafa yormazlar, iç sıkmazlar, depresif
yapmazlar. Sabun köpüğüdürler.

Ay burası zindan gibi karanlık şekerim, önümü bile göremiyorum inan ki. Dur üç-beş tane mum yakayım da ortalık acık aydınlansın ^^
Aşk-ı Derûn da şehzadelerin büyüyüp taht kavgalarının
başlamasına kadar olan ilk iki sezonluk döneminde bu formüle oldukça uygun
hikayeler üzerinden kadın karakterlerin odağında ilerleyen, seyircinin
algısında bu şekilde yer eden bir diziydi. Şu anda açıp bakın, ilk iki sezonunun ne kadar "pembe" olduğunu rahatlıkla görürsünüz. Haliyle Muhteşem Yüzyıl denince akla
ister istemez bu yapı geliyor. Ama Kösem aslında Aşk-ı Derûn’dan daha farklı. Başladı
başlayalı ölümlerle, ihanetlerle, acımasız planlarla dolu. Buna rağmen pembe
dizi formatı üzerinden ilerlemeye çalışıyor. Öyle bir pembe dizi düşünün ki her
bölümünde birileri ölüyor ya da soğukkanlılıkla öldürülüyor, herkes kelle
koltukta yaşıyor, kimse mutlu değil, kimse huzurlu değil, herkes hep can
derdiyle tetik, hayatta kalabilmek için her şeyin en adicesini yapmaya dünden razı
ve hazır, seyirciyi mutlu edip umut aşılayacak hiçbir dünyası yok. Ortadaki bir
“peri masalı” değil, hikayenin sonunda kimse “sonsuza kadar mutlu” yaşamıyor.
Harem odaklı ve kadın karakterlerin baskın olarak rol
çaldığı, şıkır şıkır kıyafetler, taçlar ve takılarla dolu bir dizi olması adını
koymak açısından bunu aslen kadın seyirciye yönelik bir pembe dizi gibi
gösteriyor olabilir ama ortadaki dizinin “pembelikle” hiçbir ilgisi yok. Türün
doğasına aykırı bir olay örgüsü ve karakter tasarımları var. Yine de o kalıba
sıkışmak durumunda kaldı / kalıyor. Sıkıntısını da çekiyor. Çoğu zaman erkek
seyirciye hitap edemeyecek kadar tarihten uzak kurgusal kadın entrikaları
şeklinde ilerliyor ama standart Türk kadın televizyon seyircisi için de
fazlasıyla karanlık ve depresiflik dolu. Bir de bunca sevimsiz karakter ve olay
çoğu zaman akıcı ve orijinal bir senaryoyla da birleşemeyince her halükârda herkes için
boğuculaşıyor.
Keşke şartlar elverse de hikayesine uygun bir şekilde görsel
tonu çok daha soğuk, karanlık ve sert bir yapıda olabilse, kadın seyirciyi
tavlamaya çalışmayı falan boş verip olması gereken hale gelebilse, bizler de
izlediğimiz diziden ne beklememiz gerektiğini bilerek, beklentisiyle gördükleri
birbiriyle çelişen, kafası karışık seyirciler gibi homurdanıp durmasak. Yok,
illâ ki pembe dizi şeklinde, hareme kapalı şekilde ilerleyecekse bu hikayenin
ve karakterlerin biraz yumuşatılması, “sevilebilecek” hale getirilmeleri lazım. E getirilmediklerini gördüğümüze göre, o zaman "pembe dizi" gibi olmaya çalışmayı bırakması lazım.