Milyarlarca yıldızın ve bilumum
gök cisimlerinin bulunduğu kocaman bir galakside yaşıyoruz. Her biri müthiş bir
ahenk içerisinde kendi yörüngelerinde ilerliyorlar. Bir gök cismi, hareketi
boyunca takip ettiği bu yolda ilerleyip işlevini yerine getiriyor. İşlerin
karışmaması, yolunda ilerlemesi için yörünge mühim bir mevzu yani. Bizim de odağımız Defne ve Ömer,
onların yörüngesine takıldık ilerliyoruz. Bu yüzden geçen bölümün sonunda yörüngemizi
kaybediyoruz sanmış ve gerilmiştim. Bu hafta ise odak noktamız olan Defne ile
Ömer’i pek, (hatta neredeyse hiç!) göremesek de Hulusi Bey’in köşkü denklemden
çıkarması ve Ömer’in, Defne’nin borcunu ödemesini beklediğini belirtmesi ile
yörüngemizin şaşmadığını hissederek ve geçen haftaya göre daha ferah bir
şekilde bölümü tamamladım kendi adıma.
Çözmek veya anlamak üzerine, iyi
ya da kötü nasıl olursa olsun, oyunun üzerine düşülen bölümleri daha çok
seviyorum. O zaman ana konumuzun, Defne ile Ömer olduğunu, onları bir araya
getirme mevzusunun yörüngesinde olduğumuzu hissediyorum, onların üzerine
düşüleceğini biliyorum. Ama geçen hafta kapanışı Gallo ile yapınca, Ömer
Gallo’yu bilerek veya bilmeyerek ikna etmek, laflarını ona bir şekilde yedirmek
için bir şeyler yapacak ve biz bu hikayeye odaklanacağız diye paniklemiştim.
Gallo hikayesinin ne olacağını ve karakterlerimizin o hikayede nasıl pozisyon
alacağını bilememek germişti beni. Ömer- Gallo ihtimalinden hiç korkmadım, hala
daha da buna ihtimal vermiyorum. Ama yine mesele “Ömer’in zekası” üzerine
kurulacak ve yine odak noktamız Ömer olacak diye korkmuştum. Defne ile Ömer’in
yörüngesinde olduğumuzun ve olacağımızın sinyalini aldığımda ise duruluyorum,
sakinliyorum.
Biz Defne ile Ömer’in
yörüngesinde dolanıp duruyoruz, Defne ise sadece Ömer’in yörüngesinde. Bu en
başından beri böyle. Zamanla ilk bölümlerdeki sarsak ve şaşkın hali azalır,
kendisinin de başlı başına bir gezegen hatta bizzat güneşin ta kendisi
olduğunun farkına varır diye bekliyordum açıkçası. Çünkü öylesine parlak, göz
kamaştırıcı ve iç ısıtıcı ki… Oysa o kendisine ay rolünü layık gördü ve bundan
oldukça da memnun. Onu da kabullendim elbette, ayın şavkının güzelliği ve
dinginliği de bir başkadır. Ama hiç değilse Ömer’in karşısında artık eskisi
kadar suskun olmaması içimi rahatlatıyor. İsteklerini yine içinden geldiği gibi ama
kendini daha az rezil ederek ifade etmeyi öğrendi. Büst gibi duran ve ağzından
dirhemle kelime çıkan Ömer’den ziyade, yer yer patavatsızlığa varsa da kalbinden
geçenleri doğrudan diline yansıtan Defne’yi tercih ederim. Ömer’in konuşmaması,
iki çift güzel söz söylememesi hakkındaki serzenişleri, haklı sitemleri de aynı
benim gönlümden geçenlerdi.
"Ay de, Allah aşkına bir şey de!" Hep Defne’ye bırakma
artık lafı be Ömercim. Defne cayır cayır dökülürken, onu bu kadar uğraştırmadan
kendi kişiliğinden biraz ödün ver artık. Şeyh Galib’in, meşhur Hüsn-ü Aşk mesnevisinde; “Aşk”, “Hüsn”e
kavuşmak için mumdan bir gemiyle ateş denizinden geçer. O yüzden aşk, ateşten
denizleri mumdan bir kayıkla geçmektir derler. Hıdrellez değil bu, ateşin
üstünden atlayıp geçeyim ve dileklerim gerçekleşsin. Yanacaksın,
yaralanacaksın, eğilip büküleceksin! Denizler, deryalar üzerinden köprü de
geçiremezsin. Ya o gemiye binmeye cesaretin olacak ya da karşı kıyıdaki
sevdiğine uzaktan bakacaksın. “Yanmaktan
korkmam, ben bu aşka sağ çıktığım yerlerden geldim.”* demiş şair. Çok bir
şey de istemiyorum ki aslında. Defne gibi bir iki güzel söze hemen yelkenlerimi
indiriveriyorum ben de.
Yazı devam ediyor...