Defne’nin
duyarlı, hassas kırılgan yapısına, hatta sadece o tatlı tipine bakıp; onun
kocaman bir romantik hayalperest olduğunu sanabilirsiniz. Halbuki Defne o kızıl
saçlarının ve parlak teninin ardında fazlasıyla realist ve mantığıyla hareket
eden vakur bir kız taşımaktadır. Bir Holly gibi Tiffany’s vitrini önünde
tektaşlara bakarak iç geçirdiğini veya Bridget
Jones gibi elinde bir kutu Ben&Jerry’s dondurma, TV karşısında romantik
komedileri sıralayıp sıralayıp gözyaşı döktüğünü görmeyiz Defne’nin.
Aslında,
romantik komedi janrının belki en kült örneklerinden Bridget Jones ile Defne
Topal arasında son derece matrak benzerlikler de yok değildir: asistan-vari
görevlerinde tatlı tatlı bocalayıp durmaları; işleri ara ara yüzlerine gözlerine
bulaştırmaları; etraflarındaki dünyaya karşı takındıkları hafif umursamaz,
“cool” ve zaman zaman sarkastik tavırları; şahıslarına münhasır konuşma
tarzları; kafalarının içinde mütemadiyen kendileriyle diyalog halinde olup
bunları ara ara ağızlarından kaçırmaları hep birbirine yaklaştırır Defo ile
Bridge’ı. Buna ek olarak Defne’nin Ömer’i; Bridget’ın hayatında ufak ufak
benzerlikleri ile iki ayrı karaktere dağıtılmış gibi de durmaktadır: Aynı
zamanda patronu olan flörtöz dergi editörü Daniel ile vakur, ağırbaşlı, dıştan
soğuk ve gururlu durup içinde muzip bir çocuk barındıran ve ismiyle şanını
ikiye katlayan "Mr. Darcy".
Bridget ile
Defne’nin farkı ise; karşılarındaki bu adamlarla kurdukları ilişkilerde ortaya
çıkar. Bridget; hovarda patronu Daniel’ın tam karşısındaki masadan kendisine
yazdığı -ve ofise transparan bluzlarla gelmek suretiyle aslında bizzat kendisi
tarafından teşvik edilmiş (!) - flörtöz
e-maillerin daha sonunu okumadan kafasında “pasta kesen gelin-damat fotoğrafı”
sanrıları görmeye başlar. Yelkenleri suya indirmeye anında hazır ve nazırdır. Zaten
Bridget Jones, en temel karakter özelliği “hayatının aşkını beklemek” olan
sayısız tipik romantik komedi kahramanının en önünde bayrak taşıyanıdır.
Kendisi, ailesi, arkadaşları, iş çevresi, kısacası bütün evren Bridget’in -ve
aslında Bridget’ın temsil ettiği tüm o 30’lu yaşların şehirli, sempatik ve
fakat averaj kadının- “makûs kaderin
zincirlerini kırıp, hayatının aşkını bulup bir yuva kurmasını” beklemektedir.
Defne’nin ise -en amiyane tabiriyle- o
taraklarda bezi yoktur. Bu özellikleri aslında bir nevi arkadaşı Nihan’ın
bünyesine teslim etmiş gibi görünen Defne’nin kafasında, kendi için kurduğu
hayallerde, öyle pek fazla düğün fotoğrafları, pembe panjurlu ev baloncukları
uçuşmamaktadır. Benim şahsi olarak Defne’de gördüğüm en ayırt edici yanlardan
biri de bu işte: kendisine ve kalbine olan bu “mesafesi”. Defne’nin bu
hayalleri kurma yeteneği yok değildir belki; bu durum içinin kurumuş veya kof
olmasından kaynaklanmamaktadır. Sadece kendine “izin” vermez Defne; aklıyla
kalbi arasına belki kendisinin bile sonradan unuttuğu mesafeler koymuştur. Pek
çok konuda aptallaşmaya direnmeyen, o hafif sersem ve şapşal halini kabul edip
kendiyle barışık yaşayan Defne’nin; belki sadece bu konuda “aptallaşmaya”
müsaadesi yoktur.
Defne pek çok benzer romantik komedi kahramanından daha üç
boyutlu bir karakter olarak çizildiği için bu böyledir aslında. Defne’nin
kilitli kalan noktası, temelde aşkı tanımamasıdır: Annesiyle babası tarafından
terk edildiğinde sadece “kimsesiz” kalmamış, aşk dolu bir yuvanın o mucizevi
pırıltısından da mahrum bırakılmıştır. Bugüne kadar ne kendisi aşkın kapılarını
fazla zorlamış, ne de onun kapılarına daha evvel tıklatanlara kulak
kabartmıştır. Tam da hayatının bizim izlediğimiz kadarlık kısmında; kapısındaki
tıkırtıları, sonra ardı ardına çalmaya başlayan zilleri, ve nihayetinde
eşiğinde patlak veren o harala gürele kapışmaları duymadığı gibi. Aşka karşı
kördür biraz Defne; göremediği için algılayamamakta, evvela kapılarını sonra
kollarını aşka açamamaktadır.