Kırlangıç: “Bizi insan yapan şey nedir Ramón?”

Kırlangıç: “Bizi insan yapan şey nedir Ramón?”
Herkese merhaba,

İstanbul’da tiyatro salonlarının prömiyerlerle açıldığı o kutsal ekim ayı sonunda geldi. Yaz mevsiminin sona ermesi fikrinden hiç hoşlanmıyorum ama film festivalleri, yeni tiyatro oyunları ve insana dair güzel hikâyelerle gelen sonbahar, bazen bir mevsimin bitişini kutlamak için yeterli bir sebep olabiliyor. Sizin için de durum böyle mi bilmiyorum; fakat hayatta kalmak konusunda her gün farklı şekillerde sınandığımız bu coğrafyada, ben çözümü inatla kurgunun korunaklı dünyasında arıyorum. Pandeminin bizi fiziksel tiyatrodan mahrum bırakıp çevrimiçi oyun izlemeyi normalleştirdiği o korkunç birkaç ayı, hemen ardından üstümüze bir karabasan gibi çöken ekonomik krizi ve İstanbul’un kaosunda verdiğimiz daimî mücadeleyi düşününce, bazı rutinlere sarılmak kaçınılmaz oluyor. Zira sahnede iyi bir oyun seyretmenin, oyuncularla göz göze gelebilmenin ve izleyicilerle ortak bir deneyime tanıklık etmenin keyfi başka hiçbir şeyde yok. Sürekli kendimi tekrarladığımın farkında olarak söyleyeyim: Kendinize bir iyilik yapın ve henüz fırsat bulamadıysanız, bu yazıdan sonra oyun sezonunu açın. Çünkü tiyatro her şeye rağmen iyileştiriyor.

Sözü fazla uzatmayayım. Oyun Atölyesi’nin bu sezon sahneye koyduğu iki yeni oyunundan biri olan Kırlangıç, İspanyol yazar Guillem Clua’nın imzasını taşıyor. Oyunun yönetmenliğini Birkan Uz üstlenirken başrolleri Selen Öztürk ve Uğur Kanbay paylaşıyor. Özetle, bir anma töreninde şarkı söyleyebilmek için tekniğini geliştirmek isteyen Ramón’un, oldukça katı bir şan öğretmeni olan Amelia’dan ders alma sürecini anlatan Kırlangıç, dakikalar geçtikçe ikilinin ortak bir acıda birleşmelerini konu ediniyor. 14 Ekim’de prömiyerini yapan oyun, seyirci karşısında henüz beş kez perde açtı; fakat bugünden bakıp sezonun ses getirecek işlerinden biri olacağını söylemek mümkün. Kırlangıç, son derece güçlü rejisi, titizlikle işlenmiş metni ve izleyiciyi hikâyenin içine kolaylıkla alan gerçekçiliğiyle bu sezon izlediğim ikinci, üzerine yazı yazma ihtiyacı hissettiğim ilk oyun oldu. (Geçtiğimiz sezonun favorileri, fırsat bulsam da yeniden izlesem dediğim oyunlar için bkz. Evlilikten Sahneler ve Dalgakıran).

Oyun Atölyesi’ne uğramayalı uzun zaman olmuş. Oyun başlamadan önce Antre Cafe’ye oturup bir şeyler içerken çalışmayı, oyun öncesi edilen sohbetleri ve etrafa yayılan o heyecanı hissetmeyi çok özlemişim. Sırf bu ritüel için bile arada yolumu Moda’ya düşürebilirim. Sezonda merak ettiğim ve -doğrusunu söylemek gerekirse- yüksek beklenti içinde olduğum Kırlangıç’ı 22 Ekim akşamı bahsi geçen ritüelleri takiben (tabii ki en önden) izleme şansına eriştim. (Çünkü en önden oyun izlemek gibi son derece rafine ve şımarık zevklerim var.) Tüm bunları düşündüğümde hayal kırıklığına uğrama ihtimalim yüksek görünebilirdi; fakat empati duygusu bu kadar yoğun metinler iyi oyunculuklarla birleştiğinde benim için oyunun seyir keyfi katlanarak artıyor. Kırlangıç, temiz çevirisi, inandırıcı diyalogları ve doğal dekoruyla izleyicinin hikâyeden kopmasını engellerken seksen dakikanın sonunda karakterlerle kurduğu bağı iyice sağlamlaştırıyor ve siz o özdeşlik duygusunun yoğunluğuyla, Amelia ve Ramón’u ayrı ayrı teselli etmek istiyorsunuz.


“Kırlangıçlar geliyor gökyüzünü delerek / Evlerine dönüyor havada resimler çizerek”

Tekdüzeliğe düşmeyen replikler, oyuncuların doğru paslaşmasıyla birleşince ortaya ister istemez ritmi sağlam, katmanlı bir hikâye çıkıyor. Fakat buna rağmen benim oyuna yabancılaştığım bazı yerler oldu. Kırlangıç, yapısı gereği iyi açılması elzem bir oyun. Aksi halde oyun temposu ilerleyen dakikalarda arzu edildiği şekilde oturmayacağından izleyicilerin aklında karakter motivasyonlarıyla ilgili bazı soruların belirmesi kaçınılmaz oluyor. Sanırım, alışılmışın dışında, biraz kötü bir temsile denk gelmek bizim şanssızlığımız oldu. Zira -çok da spoiler vermeden- başka bir gün izlemiş olsam şaşırabileceğime inandığım bazı kısımlar hikâye içinde kendi adıma çok tahmin edilebilir kaldı. Ve evet, sırf bu yüzden oyunu yeniden izleyeceğimi düşünüyorsanız, çok haklısınız.

Bir diğer yabancılaşma mevzusuna gelecek olursam, meğer karakterlerin çıldırma anlarında sarf ettiği vurucu tiratlar esnasında arka sıranızdan birinin ağlaması, bir anlığına da olsa sizi oyundan çıkarabiliyormuş. (Tiyatroda modern bir yabancılaştırma efekti olarak seyircilerin üçte birinin temsil boyunca hıçkırarak ağlaması. Brecht’in bu konuda söylediği bir söz var mı acaba?) Bu işin şakası tabii; ama oyuna girmeden önce kapıda mendil dağıtılması gerektiği birkaç kişi tarafından dile getirilince ekip de bu esprilere kayıtsız kalamayabilir diye düşünüyorum.

Oyunla ilgili en çok dikkat çeken noktalardan birisi, şüphesiz söz ve müziğinin Selen Öztürk’e ait olduğu Kırlangıç şarkısıydı. Oyun Atölyesi, henüz provalar devam ederken şarkıyı sosyal medya hesaplarında paylaştı. Şarkı sözleri melodisiyle birlikte dile dolanmaya o kadar müsait ki oyun bittikten sonra fuayede beklerken söylemeye başladığınız dörtlükler günlerce zihninizde yankılanmaya devam ediyor. (Biz tabii buna 7 Şekspir Müzikali’nden de aşinayız ama oyunu izlemeye niyetlenenlere bir uyarı niteliğinde haber vermiş olayım.) Ayrıca, bu yazıyı yazarken aklıma şöyle bir şey geldi. Selen Öztürk, nereden aklımda kaldığını hiç hatırlayamadığım bir şekilde, içinde müzik olmayan tiyatro yapmayacağı konusunda kendisine bir söz vermiş zamanında. Konu müzik olduğunda gözlerinin nasıl parladığına şahit olanlar için çok da şaşırtıcı bir bilgi olmasa gerek.


“Her gelişlerinde yaza dönüyor ömrüm sanki / Kanatlarında saklı bir şarkının ezgisi”

Son olarak, Oyun Atölyesi’nin her oyunun yaratım sürecinde günlük olarak tuttukları prova notlarını biz sıradan insanlar için paylaşmalarından bahsedeyim. Eğer biraz deliyseniz oyunu izlemeden önce ya da izledikten sonra (ben sonrayı tercih ediyorum) tüm prova notlarını okuyarak oyunun ortaya çıkış yolculuğuna dahil olabiliyorsunuz -ki bence bu çok keyifli ve besleyici bir eylem. Şayet böyle bir alışkanlığınız yoksa edinmenizi öneririm. Örneğin, Uğur ve Selen’in bir prova esnasında birbirlerine yönelttikleri “Senin buradan sonra çıldırman var mı?” sorularına epey güldüm. Ek olarak, bir provada Selen’in “Küçük kurabiyeler ve suşi yapmayı öğrendim” cümlesini “Küçük kurabiyeler yapmayı öğrendim. Suşim gelişti” olarak değiştirdiği yazılmış. Bu replik de sanırım oyun boyunca en çok güldüğüm kısımdı. 

Çok uzattım. Bu kadar uzun yazmayı planlamıyordum fakat yer yer kötü oyun paratoneri olduğum için şehirde güzel oyun izleyince gereğinden fazla mutlu oluyor ve hevesimi gizleyemiyorum. Bu vesileyle Uğur Kanbay’ın Afife Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı ve Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Genç Oyuncusu ödüllerini kazandığı, kendisinin yazdığı, yönettiği ve oynadığı Eylül oyununu da bu hafta izlemeye gideceğimi söylemiş olayım. Çünkü iyi şeyler hep iyi şeyleri doğurur.

Ölümü, sevgiyi ve korkaklığı, inancı ve inançsızlığı sorgulayanların, toplumsal normlarda kendine yer bulmakta zorlananların, paylaştıkça artan ve azalan duygular üzerine kafa yoranların, ortak hafızalara ve travmalara inananların öyle veya böyle kendinden bir şeyler bulabileceği, Amelia ve Ramón’un bu inişli çıkışlı, burnumuzun direğini sızlatan nahif hikâyesi sezon boyunca Oyun Atölyesi’nde seyirciyle buluşmaya devam edecek. Başta da söylediğim gibi, fırsat yaratıp gidin zira tiyatro iyileştiriyor.

PS: Kırlangıç bana uzun zaman sonra sahne için doğmuş olmak ne kıymetlidir diye düşündürdü. Bence bu sezonun hakkını vermek lazım.

Çok sevgiler.

Yazan: Guillem Clua
Çeviren: Gözde Kırgız
Yöneten: Birkan Uz
Sahne Tasarımı: Makbule Mercan
Müzik: Selen Öztürk
Işık Tasarımı: Emir Tatlı
Afiş Tasarımı: Ethem Onur Bilgiç
Oynayanlar: Selen Öztürk ve Uğur Kanbay
Yönetmen Asistanları: Kader Karadeniz ve Oğulcan Yılmaz
Sahne Tasarımı Asistanı: Semih Başarı
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER