Herkese merhaba,
Baharın bir türlü tam anlamıyla gelemediği İstanbul’da tiyatro sezonu kapanmak üzere. Ben de yıl içerisinde izlemeye fırsat bulamadığım oyunları son bir hevesle görmek gayretindeyim. Pandemiyle geçirdiğimiz koca iki yılı, çevrimiçi izlemek zorunda kaldığımız prömiyerleri, hatta yirmi yıl öncesinin tiyatro oyunlarını Netflix’te gördüğümüzü düşününce sezon boyunca fiziksel olarak tiyatroda bulunarak izlediğim iyi-kötü bütün oyunlara minnet duyuyorum zira sahnenin, oyuncularla göz göze gelebilmenin, maskeyle dahi olsa sizinle aynı anda o deneyimi yaşayan izleyicilerin yanında olmanın tadı bambaşka. Tiyatronun biricikliği ne yazık ki (ya da iyi ki) başka türlü anlaşılmıyor. O yüzden sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: İşlerinizden güçlerinizden fırsat bulup sezon bitmeden son bir oyun izleyin çünkü tiyatro gerçekten iyileştiriyor.
Son bir yılda birden çok şehirde 15’e yakın oyun izledim – ki bu biraz buldumcuk olmak; normalde bu kadar şanslı olmuyorum. Çok beğendiğim, günlerce etkisinden çıkamadığım, üstüne yazılar yazdığım oyunlar da oldu, öylesine izleyip kapısından çıkınca unuttuklarım da – ki yine bir not: kötü oyun izlemeyi gereğinden çok severim. Hatta arka arkaya birkaç tane kötü oyun izlemiş olacağım ki, artık zamanı geldi diye düşünüp Craft’ın oldukça iddialı çıkış yapan yeni oyunu Dalgakıran’a bilet alma gereği hissettim. Yine bu noktada, oyunun sezonun en zor bilet bulunan oyunu olduğunun altını çizmek gerek. Craft’ın sitesinde yeni oyun biletleri satışa çıksın diye bütün günümü sayfa yenileyerek geçirdiğimi belirteyim.
Tiyatroda prömiyer izlemeyi pek sevmem, biraz zaman geçsin ve oyun iyice otursun isterim ama sanırım hayatımda ilk defa bir oyunun prömiyerini izlemiş olmayı diledim. 7 Mayıs Cumartesi akşamı Craft’ın yeni sahnesiyle tanıştım. Açık söylemek gerekirse Kadıköy’deki mekânlarını çok seviyordum ve Bomonti’ye taşındıkları için içten içe biraz üzülüyordum; ama dürüstçe söyleyebilirim ki Yapı Kredi Bomontiada Sahne çok güzel olmuş. Pandemi döneminde Kadıköy’deki mekânından ayrılan Craft Tiyatro, atölye çalışmalarını da Bomontiada’da devam ettiriyor, ayrıca sahne alanı pandemi koşullarına çok uygun tasarlanmış. Uzun soluklu olmasını dilediğim yeni yerlerinde, güzel günlerde, güzel oyunlar izlemeye devam ederiz umarım.
Lafı çok uzatmayayım.
Dalgakıran, Craft Tiyatro tarafından sahneye koyulan, İngiliz yazar Simon Stephens imzalı, Çağ Çalışkur’un yönetmenliğini yaptığı, Serkan Altunorak’ın tek kişilik performansıyla tabiri caizse kırıp geçirdiği, sezonun belki de en çok konuşulan işlerinden. Prömiyerini 5 Mart’ta yapan
Dalgakıran, son derece güçlü ve asla kulak tırmalamayan çevirisi, orijinal dekoru ve izleyicinin bir an bile hikâyeden kopmasına olanak tanımayan gerçekçiliğiyle beni bu sezon üzerine yazı yazmaya iten ikinci oyun oldu. (Birincisi için bakınız:
Evlilikten Sahneler).

İlginçtir ki son zamanlarda kocaman salonlarda büyük prodüksiyonlu çok oyun izledim. Dalgakıran bunların tam tersi. 60 dakika boyunca küp bir platformun üstündeki minicik sandalyesinde yerinden kalkmadan hikâyesini anlatan Alex’i dinliyoruz. Serkan Altunorak, gözümde kendi döneminin en başarılı oyuncularındandır; ama Dalgakıran’daki olağanüstü performansıyla daha oyun başlamadan tüm salonu etkisi altına alması açıkçası beni bile şaşırttı. İzleyiciler salona adım attıklarında, sandalyesinin üstünde aynı şarkıyı başa sara sara dinleyip ağlayan Alex’le karşılaşıyor. Bana sorarsanız daha o anda inanılmaz bir empati geliştiriyor ve henüz ismini dahi bilmediğiniz karaktere sarılıp onu teselli etmek istiyorsunuz. Hatta Serkan Bey bile (kurgunun bir parçası mı asla emin olamadığım şekilde) oyun bitip de selam için sandalyesinden indiğinde asla rolden çıkamadı. Oyun dördüncü duvarı o kadar yıkmıyor ki biraz olsun yabancılaşmayı aklınızdan bile geçiremiyorsunuz. Uzun zamandır bu kadar özdeşlik kurduğum bir kurgusal karakter olmamıştı sanırım. Dalgakıran, bu mütevazılığı ve üzerine çok çalışıldığı her halinden belli olan tertemiz metniyle, ‘iki kalas bir heves’ nedir sorusunun son zamanlardaki cevabı oldu benim için. Emeği geçen herkesi tek tek tebrik ederim.
Alex’in, çok sevdiği karısı Helen, biricik kızları Lucy ve kayınpederi Arthur’u dahil ederek anlattığı, yaklaşık bir saat süren bu hikâye anlatıcılığı serüvenine dahil olmak, inancı ve inançsızlığı, Tanrı’yı, hayatın yarattığı boşlukları, kaybolmuşlukları, Güney Fransa’nın parlak güneşini, denizi, denizin ortasında bir duvar gibi kıpırdamadan duran dalgakıranı, kendini gerçekleştiren kehanetleri, sevgiyi ve ölümü Alex’le birlikte irdelemek isterseniz, Dalgakıran sezonun son oyunlarını Bomontiada’da oynamaya devam ediyor. 60 dakika boyunca nefesinizin dahi duyulacağı bir ortamda, gözünüzün içine bakarak sizinle dertleşen Alex’i oyunun sonunda alkışlarınızla teselli edebilirsiniz.
Simon Stephens’ın yazdığı, İngiltere’de Andrew Scott tarafından oynanan Dalgakıran/Sea Wall, pandeminin ilk döneminde kısa süreliğine izleyicilerin erişimine açılmış. Şu an ise oyunun kaydını internetten satın almak ya da kiralamak mümkün. Günümüz kurlarını göz önünde bulundurduğunuzda dahi cüzi bir ücreti var. Oyunu 5 dolara 24 saatliğine kiralayabiliyor, 6 dolara ise satın alabiliyorsunuz. (İsteyene link veririm. :))
Hiç bitmeyecek gibi görünen güzel günlerin bir anda son bulabileceğini, güneşin batabileceğini, sonsuz zannedilenlerin ise sınırlı olabileceğini unutmamanız dileğiyle.
PS: Grey’s Anatomy bence de mükemmel bir dizi.
Çok sevgiler.
Yazan: Simon Stephens
Yöneten: Çağ Çalışkur
Çeviren: Balım Kar – Çağ Çalışkur
Oynayan: Serkan Altunorak
Uygulayıcı Yapımcı: Cenk Suyabatmaz
Dekor Tasarım ve Uygulama: Deniz Göktürk Kobanbay
Yönetmen Yardımcısı: Şirin Saldamlı
Mekân Yönetimi: Çağla Urgancı
Fotoğraf – Afiş Tasarımı: Kübra Bayramoğlu
Proje Ekibi: Lal Tosyalı, Taylan Yiğit Aşkır, Ali Tunç, Dmitri Boicov
*
The Nearer the Fountain, More Pure the Stream Flows: Damon Albarn’ın oyunda da kullanılan
şarkısı.