Kathryn Bigelow kariyerinin başından beri erkeklerin merkezde olduğu, gücü, mücadeleyi, erkeklerin dostluğunu, birbirleriyle mücadelelerini, aksiyonu, erilliği konu alan filmler yapan bir yönetmen. İlk döneminde iki yıllık (1989-1991 arası) eşi James Cameron’ın yürütücü yapımcılığında Point Break gibi çarpıcı filmlerle adından bolca söz ettirmişti. Erkeklerin domine ettiği, kadın yönetmen sayısının günümüze göre az olduğu dönemin Hollywood’unda Bigelow yönetmenliğe geçip erkeklerin merkezde olduğu pek çok film çekti. Harrison Ford’lu K-19: The Widowmaker filminden sonra filmlere ara veren Bigelow eski eşinin yönlendirmesiyle kariyerinde yeni bir sayfa açacaktı. O sayfa çokça konuşulan The Hurt Lucker’la olacaktı. Cameron başka projelerle hemhal olan Bigelow’a bu filmi çekmesini tavsiye edince Bigelow’un da propaganda kariyeri böylelikle başlamış oldu. Bu filme dek güncel politikayı olumlayan filmler yapmayan Bigelow, eski gazeteci-yeni senarist Mark Boal’un yazdığı bu filmle birlikte Amerikan dış politikasının (emperyalizm diye okuyunuz) sinemadaki yılmaz savunucusuna dönüşecekti. Kaslı, üç numara tıraşlı, duygularını gizleyen, tek boyutlu karakterleri perdeye fırlatıp bu bomba imhacılarının Irak’taki hayatlarını irdeleyen bu propaganda, çevreci-anti kapitalist Avatar’ı Oscarlarda yenip en iyi filme ve yönetmene uzanıvermişti. Bu arada en iyi film ödülünün duyurusu dönemin başkanı Obama’nın yaşadığı Beyaz Saray’dan yapılmıştı.
Bigelow bu filmle ödülleri toplayınca seviyeyi daha da düşürmeye, propagandayı ise daha da artırmaya karar verip sevgilisi Boal’la birlikte Zero Dark Thirty’i kotarıverdi yıllar sonra. Usame Bin Ladin’in yakalanış sürecini konu alan bu ikinci propagandasında Bigelow emperyalizm için işkenceyi bile olumlayabilecek bir duruma gelmişti. Film boyunca yapılan pek çok işkenceyi güzelleyen Bigelow yine Akademi’den pek çok adaylık alsa da bu kez ödüllere uzanamamıştı. Bu durumun sebebi filmin işkenceleri güzellemesiydi. En fazla adaylık verip görmezden gelmeyi tercih ettiler. Bu filmden sonra Bigelow yıllarca film yapmadı. Dönüş filmi yine politik bir gerilim olan Detroit’le oldu. Bu kez işkence gören Araplar, işgalleri altındaki ülkelerde psikolojileri bozulan askerler yerine Amerika’nın kendi içinde kendisiyle mücadelesi vardı. ’67 yılındaki Detroit İsyanı’nı konu alan bu dramada ırkçılığı işliyordu Bigelow. Son iki filminden farklı bir filme imza atmıştı bu kez. Detroit ne gişede ne ödüllerde aradığını bulamamıştı. Bu filmden sonra tekrar köşesine çekilen Bigelow’un dönüşü yeni gerilim filmi A House of Dynamite’la oluverdi.
Detroit’le aradığını bulamayan Bigelow, Zero Dark Thirty/The Hurt Lucker sularına dönüvermiş. Netflix’te yayınlanan filmin konusu basit: Bir yerlerden Şikago’ya, Beyaz Saray’a doğru ateşlenen bir füzenin durdurulma çabası işleniyor bu kez. 90’larda çokça izlediğimiz “Amerikamıza, Beyaz Saray’ımıza saldırıyorlar” temalı bir film yapmış Bigelow. Bir yerlerden Saray’a fırlatılan bu füzenin yarattığı kaotik durumu pek çok kişinin perspektifinden aktarıyor Bigelow. Bir grup askerle açılan filmin ilk POV’u Rebecca Ferguson’ın karakteri Olivia oluyor. Onun merkezinden izliyoruz gelen füzeyi, durdurulma çabasını, yapılan diplomasiyi, gözü yaşlı yöneticileri-asistanları. Sonra perspektif sırayla Gabriel Basso’nun rolü Jake’e, Pentagon başkanına (Jarred Harris), Amerikan başkanına (Idris Elba), generale (Tracy Letts) geçiyor. Yani aynı şeyleri, son 10 dakikayı farklı POV’lardan izleyip duruyoruz. Önceki POV’da sadece PC ekranında görünen, hatta sadece sesleri duyulan kişiler sonra kendi POV’larına kavuşuyorlar. A House of Dynamite’ın en büyük sorunu orta metrajdan ibaret hikâyesi. 2 saat süren bu film aslında 30. Dakikada sona eriyor. Sonrasında her perspektifte hikâye daha da can çekişirken gerilimden de eser kalmıyor. Ferguson’ın POV’u başkasına devretmesinin ardından film bitiyor aslında. Bigelow bunun farkına varamadığından 1,5 saat boyunca gözü yaşlı, endişeli, tek boyutlu karakterleri aynı öykü ve atmosferde perdeye fırlatıp duruyor. Bu 30 dk’lık hikâye süründükçe sürünüyor.
Bigelow sinemasının 2000’ler sonrası sorunlarından bir tanesi karakterlerin karikatür kalmaları. The Hurt Lucker olsun, Zero Dark Thirty olsun, bu yeni film A House of Dynamite olsun… Hiçbirinde derinlemesine işlenebilmiş bir karakter mevcut değil. Hepsi tek boyutlu, alabildiğine standart yazılmış roller. Zaten bu propaganda filmlerinin temel amacı iyi karakter yazma ve derinleşmekten öte propagandayla tabanı (Amerikalıları) birbirine kenetleme, yöneticilere de nasıl yönetici olmaları gerektiğini dikte etme. Zero Dark Thirty’de "ülkenin bekası adına işkence yapmak normaldir, yapılmalıdır, kurunun yanında yaş yanabilir” fikri mevcutken bu filmde de Amerikan başkanının duygusallığını, insaniyetini rafa kaldırması gerektiği sonucu ortaya çıkar. Yani Bigelow emperyalizm güzellemeye bu filmle kaldığı yerden devam etmekte. Füzenin nereden geldiğini açıklayabilecek bir cesareti yoktur Bigelow’un, çünkü eskisi kadar herkes kesinkes düşman değildir şu dönemde (eskiden Rusya’yla düşmanken filmlerin tüm kötüleri Rus, Çinle düşmanken Çin, Arap işgalleri sırasında terörist karakterler Arap oluyorlardı. Şimdilerdeyse belirsiz bir hava mevcut ve bu durum filme yansımış, Rusya ve Çin’e direkt düşman gözüyle bakamıyor Bigelow, bu sebepten füzenin geldiği yeri açıklayamadan filmi bitiriyor). Füzeyi atanı açıklayamıyor ama başkanın her yere füze atması gerektiği sonucuyla filmi bitiriveriyor. Böylesi bir korkaklık ve gözü karalık mevcut yönetmen hanımda. Ehh Bigelow seviyor bu sporu. Öte yandan füzenin Saray’a düşüp düşmediğini de belirtmeden filmi bitirmesi göze çarpan diğer sorun.
A House of Dynamite yapısını ve hikâyesini Sidney Lumet’nin başyapıtı Fail-Safe’den alıyor direkt. Fail-Safe’de yanlışlıkla ateşlenen bir roket sonrasında iki ülkenin birbirine düşmesi konu alınırken Lumet bu kaotik durum üzerinden yöneticileri alabildiğine eleştirir. Üstelik Bigelow’un aksine filmini belirsiz bir şekilde bitirmez. Bigelow direkt bu filmi kopyalıyor. Ama bu filmdeki insancıl ve politik eleştirilerin yerini emperyalizm güzellemeleri alıyor Bigelow’un filminde. Durum böyle. A House of Dynamite hiçbir şekilde vasata ulaşamayan, 30. Dakikada nefesi tükenen, aynı şeyleri pek çok kişinin gözünden aktarırken tekrara düşen ve bu yüzden germeyi unutup bir güzel sıkıcılaşan, emperyalizm güzellemesi, tek boyutlu karakterlerle dolu, yönetmenlik adına hiçbir ışığın olmadığı, gerilimi bitmek bilmeyen müzikle sağlamaya çalışan bir çaba, bir propaganda. Zero Dark Thirty, Bigelow’un en kötü niyetli filmiyken A House of Dynamite, Bigelow’un en kötü yönetimli, senaryolu filmi oluverdi. Yönetmenlik, kurgu, oyunculuk, senaryo… Hiçbir alanda öne çıkamayan, içler acısı bir propaganda denemesi. Böylesini izleyince Lumet’nin Fail-Safe’i, onunla aynı yıl vizyona giren Kubrick’in Dr. Strangelove’ının ne denli değerli olduklarını daha iyi anlıyoruz.