1940’lı yıllarda, erkeklerin cephede savaşıyor olmaları dolayısıyla evlerdeki yerlerinin boşalması ve kadınların iş gücüne katılım sağlayarak eve ekmek getiren figürlere dönüşmesi, toplumda hem ekonomik hem kültürel anlamda bir başkalaşıma neden oluyor ve kadınlar bir anlamda yeni tür bir bağımsızlık kazanıyorlar. Tabii savaş sona erip de erkekler evlerine döndüklerinde karşılaştıkları manzaradan pek memnun kalmıyorlar zira yıllardan beri süregelen güç ve egemenliklerinin büyük bir darbe almış olduğunu fark ediyorlar. Bu durumun yansımasını aynı dönemin Hollywood filmlerinde görmek pekâlâ mümkün. Eyşan benzeri özellikler gösteren ve ‘femme fatale’ olarak niteleyebileceğimiz kötü kadın karakterler, 1940’ların sonu ve 1950’lerin başında çekilen filmlerde daimî olarak ölümle cezalandırılmaya başlanıyor. Bunun nedeni, evet doğru bildiniz, kadın olmaları ve erkek egemenliğine varlıklarıyla bir tehdit oluşturmaları. Kötü kadınları, onlara yerlerini bildirircesine öldüren 2. Dünya Savaşı sonrası Hollywood filmleri, Türkçeye ‘yakalanan kadın’ olarak çevirmemizin sanıyorum uygun olacağı sadık ve domestik ‘femme attrapée’leri ise ödüllendirmekten asla çekinmiyor. Yani, bahsi geçen yılların Amerikan sinemasında kafası çalışan kötü kadının sonu ölüm olurken, evine ve kocasına sadık, iyi niyetli kadın filmin sonunda hayatına mutlu olarak devam etme şansını yakalıyor.
Gelelim tüm bu karmaşık tarih anlatısının Ezel bağlamında ne işimize yarayacağına. Göründüğü gibi, bu kurgu evrenindeki femme fatale’imiz şeytanın anagramı olarak nitelenen Eyşan. Derdim, elbette Eyşan’ın sahip olduğu manipülatif sıfatlar değil. Derdim, Türkiye’de yazılan hikayelerde, bir kadını güçlü addetmek için onu femme fatale’likle özdeşleştirmek zorunda hissetmek. Yani, kadının güçlü olabilmesi ancak şeytani bir akıl ve sonunda onu ölüme götürecek cinsellik hazzıyla mümkündür algısı. Güç, ancak sonunda cezayı mümkün kılabiliyorsa bir kadının sahip olduğu özelliklerden olabilir yanılgısı. Eyşan üzerinden bir genelleme yapmaya asla çalışmıyorum, hatta bu yazının ilerleyen kısımlarında ayrıca bahsedeceğim, femme fatale çizgisine oturtulmadan yazılmış olan pek çok güçlü kadın karakter örneği var Türk diziciliğinde. Ama Ezel’in, getirdiği sayısız yenilikçi teknik ve yönteme zıt olarak, tam da bu bahsettiğim özellikleri nedeniyle kadın karakter yazımında son derece gelenekçi ve maneviyatçı bir çizgide durduğunu kabul etmek gerek. ‘Homme fatale’, yani kötü erkek olarak görebileceğimiz Cengiz tarafından bıçaklanarak öldürülen Eyşan’ın, Hollywood’un o yıllardaki kötü kadın karakterlerinin kaderini paylaştığı oldukça açık.
Bir diğer nokta, kötü kadının beceremediği işlerin başında anneliğin gelmesi. İnanılmaz korkunç bir söylem bu, çünkü iyi kadınlık ve iyi anneliği aynı kefeye koyarken kötü anneliği doğrudan kadınlığı eksiltici bir şey olarak görüyor. Eyşan da özellikle ikinci sezon boyunca annelik konusundaki yetersizlikleriyle yaftalanıyor. Mümtaz, bir bölümde Can’ı bırakması üzerinden Eyşan’a açık açık saldırıyor ve nasıl bir anne olduğunu sorgulama kisvesi altında Eyşan’ın annelik edimini aşağılıyor. Tüm bu yetersizlik ve eksiklik hali, güçlü kadın Eyşan’ın dizi finalinde ölmesini meşru kılıyor. Çünkü Eyşan kötü, kadın ve ölmeyi hak ediyor.
Benzer bir örneği Cengiz tarafından kamusal alanda defalarca dövülmesi ve öldürülmeye çalışılması üzerinden verebiliriz. Normalde olsa, aynı şey saflığın, çocukluğun, hatta hasta ve kusurlu olmanın prototipi olan Bahar’a yapılsa, ortalık kadına şiddet çığlıkları atan insanlarla dolacakken şiddete uğrayan Eyşan olduğunda hiç kimse bu duruma ses çıkarmıyor. Çünkü kötü kadın, her şeyi hak ettiği gibi şiddeti de hak ediyor. Aynı mantıkla, Ramiz’in uslu kızı Azad kendi fikirlerini bir kenara bırakıp her şeyiyle bu erkek egemen dünyanın içinde olmayı kabul edebildiği ve kendi erkeğine sadakatiyle dikkat çektiği için evlilikle ödüllendirilirken Eyşan’ın ölümü şiddet gördüğü Cengiz vasıtasıyla gerçekleşiyor.
Peki, bu güçlü kadının femme fatale ile eşitlenmesi durumu Türk dizilerinde bir zorunluluk muydu her zaman? Cevap net bir şekilde hayır. Güçlü kadınlar, sanalda da reelde de, televizyonda da sokakta da hep vardı. Mafyavârî dizilerin fıtratı filan da değil anlayacağınız. Güçlü kadınlar vardır çünkü. Erkek egemen çevrelerde erkekler tarafından yönetilmeye boyun eğmeyip kendi kaderini yazan, vücuttan şekilden güzellikten ibaret olmayan, şeytanın anagramı olarak nitelenmeyen, değeri cinsellik üzerinden ölçülmeyen kadınlar vardı. Eyşan’a saçma sapan sıfatları uygun görerek gücünün ve peşinden gittiklerinin, uğruna feda ettiklerinin, hatta ve hatta sadece kadın olmasının değerini yok edemezsiniz. Zira hiçbir kadın, hiçbir erkeğin uslu ve sadık ev kadını olmak zorunda değil.
Hatırla Sevgili’nin doktor annesi Selma Gürsoy, Çemberimde Gül Oya’nın ümitvâr şarkıcısı Canan Cansev, Poyraz Karayel’in kalp mütehassısı, dünyanın en güzel Ayşegül’ü Ayşegül Çilingir, Behzat Ç.’nin kendinden emin savcısı Esra, Aşk-ı Memnu’nun kader yazmakta usta kaybedeni Bihter Ziyagil ve sayıları rahatlıkla artırılabilecek daha niceleri… Televizyonun güçlü kadınları belirli terminolojilerin esiri olmadan buradalar ve burada olmaya devam edecekler.