Kişisel zorunlu karantina sürecimde üç ayı devirmek üzereyim. Bu dönemde herkes gibi evde geçirdiğim sürenin artışıyla doğru orantılı olarak izlediğim uzun soluklu yapımların sayısı da arttı. İlk kez yıllar önce izlemeye başladığım, sonrasında bitirmek için iki kez daha hamle yaptığım fakat ikinci sezonuna dahi başlamayı beceremediğim Ezel’le pandemi döneminde yeniden vakit geçirme fırsatı buldum ve diziyi görece hızlı bir tempoda tükettim. Gerek Türk dizicilik anlayışına sektörel açıdan getirdiği yeniliklerle, gerek seyircinin bir nesne konumundan alınıp aktif bir özne konumuna getirilmesiyle hem devrimsel boyutu yadsınamaz yoğunlukta olan bir dizi Ezel, hem de bugün hâlâ ardıllarının öncüsü niteliğinde.
Televizyonun bu alanıyla ilgili olan herkes için bir nevi kutsal sayılabilecek dizi, yayın hayatına başladığı yaklaşık on yıl öncesinde, yerli dizilerde görmeye alışkın olmadığımız tekniklerle tanıştırdı bizi. İsimlerini belki de yeni yeni öğrendiğimiz flashback’ler, foreshadowing’ler, seyircinin aklını kullanmasına izin veren ‘oyun’ fikri, bölümlerin herhangi bir ânında karşımıza çıkabilecek kafa karıştırıcı twist’ler, ince matematik hesaplarla dolu senaryodan yenilikçi kamera kullanımına kadar pek çok teknik hep bu dönemin ürünü. Ezel için, bugün gayet aşina olduğumuz bu yöntemlerin sıradan bir prime time dizisinde kullanılabiliyor olmasını borçlu olduğumuz iş desek, sanıyorum yanlış olmaz. Fakat, tüm bu yapıcı özelliklerinin yanı sıra, benim ayrıca üstünde durmak istediğim, öncesinde pek de yazılıp çizildiğini düşünmediğim başka bir mevzu var: kadın meselesi.
Öncelikle, Ezel için tartışmasız erkek bakış açısından yazılmış bir hikâye diyebiliriz sanırım. Kahramanımız, olayları en başından beri birlikte takip ettiğimiz karakterimiz, bir erkek. Dizinin genel atmosferi ve etrafında şekillendiği evren de göz önüne alındığında erkek yoğun bir kadroya sahip olması ve dizinin jargonunun da bu çerçevede gelişmesi son derece anlaşılır. Ama diziyi her tarafından saran bu maskülenliğin koşulsuz ön kabulüyle bile izlediğimde, Ezel’in bana hâlâ hakkında söylemek istediğim noktalar bıraktığını fark ettim. Bu yazının kaleme alınış amacı, yerli dizilerde yaratılmaya çalışılan güçlü kadın imgesinin neden stereotipleştiğini ve bu durumun hangi açılardan yanlış olarak nitelendirilmesi gerektiğini kendi fikirlerimle ortaya koymak, varsa ilgilisine ulaştırmak, belki biraz da farkındalık yaratmak. Yazı boyunca Eyşan ve dizinin diğer kadın karakterleri üzerinden karşılaştırmalar yaparken geçtiğim yollar beni kadının toplumdaki yerinin kırılganlığı tartışmalarına, birtakım başka yerli dizilere, hatta 2. Dünya Savaşı sonrası Hollywood’a götürecek. Lafı çok uzatmadan, hazırsanız başlayalım.
Ezel’i izlerken aklımın başka meselelere kaymasının önemli bir nedeni, YouTube’daki bölümlerin altında yapılan yorumlara her bölüm sonunda şöyle bir göz atmam. Rezalet bir toplumda yaşıyoruz ve cinsiyet kodları bizi kurgusal dünyada da rahat bırakmıyor. Eyşan deyince aklımıza direkt bir sıfat geliyor ve bahsettiğim YouTube yorumlarının üçte ikisi Eyşan’a çeşitli yollardan edilen hakaretlerden oluşuyor – pek tabii bu kullanıcıların büyük çoğunluğunu erkekler oluşturuyor. Aslında bu mevzuyu ara ara kendi çevremde ele alıyordum ama izlediğim alelade bir bölümün ardından kolları sıvayıp ciddi şekilde yazıya dökme ihtiyacı hissettim. (Bölüm ve sahne için bkz. Ezel – 52; Eyşan, Ezel ve Bade ilişkisinin ciddiyetini fark ettikten sonra Ezel’le havuz kenarında yaptığı konuşma esnasında, konuşma ilerledikçe üzerindekileri çıkarmaya başlar ve Ezel’le yakınlaşmaya çalışır; Ezel Eyşan’ı reddeder.)
Eyşan dahice yazılmış bir karakter ve Türkçeye ‘büyüleyici kadın’ olarak çevirebileceğimiz ‘enchantress’ arketipinin tam karşılığı. Klasik ve geleneksel anlamda kadınlık yönü çok baskın, tüyler ürpertici ve huzursuz edici bir zekâsı var, inanılmaz planlı, manipülatif, baştan çıkarıcı ve bu nedenle korkutucu. Mesele ise şu: Eyşan’a haksızlık ediliyor. Zira tüm bu kötü sıfatların yanı sıra Eyşan dizideki en güçlü karakterlerden birisi ve buna rağmen aklımızda tek bir malum sıfatı canlandırıyor. Peki bu durumun nedeni ne? Eyşan’ı neden empati sahibi bir kaybeden olarak görmek yerine şeytanla özdeşleştiriyoruz? Buna cevap vermek için takvimlerimizi 1940’ların ikinci yarısına ayarlayalım ve 2. Dünya Savaşı’nın henüz son bulduğu Amerika’ya gidelim istiyorum.
Yazı devam ediyor...