İstanbul Kırmızısı: Kırmızının İstanbul tonu

Kanat motifini film boyunca sık sık görüyoruz.
Ancak yine de İstanbul Kırmızısı’nı beğenmedim, çok kötü demek filme haksızlık ediyormuşum gibi hissettiriyor. İzledikten sonra içimde bıraktığı bir boşluk, bir hissizlik var. Her film izleyicisine bir soru soruyor mottosuna inananlardansanız filmden sonra kafanız epey karışıyor. Çünkü ‘İstanbul Kırmızı’sı sorusunu bir türlü soramıyor. Belki daha zor bir soru sormak içindir bilinmez ama sorusunu sürekli yarım bırakıp başka bir soru işareti açıyor. Kendimi daha net açıklamam gerekirse, filme izleyeli üç gün oldu. İlk yarının sonu ve film çıkışı itibari ile filmi sevmediğimi söyledim durdum. Filmin ardından içimde adını koyamadığım bir memnuniyetsizlik, bir boşluk vardı. Birlikte gittiğim arkadaşımla da film çıkışı konuyu kapatmak istercesine “Beğenmedik” dedik ve sohbeti bitirdik. Sonra birden fark ettim ki, konuşmalarımızın ardından gelen kısa sessizlikleri filmle ilgili birbirimize sorduğumuz sorular kesiyordu. “Neval ve Yusuf’un kolyeleri aynıydı değil mi, acaba bir anlamı var mı?”, “Ne kadar çok kanat sembolü gördük, Orhan’ın ablasının küpeleri de kanat şeklindeydi gördün değil mi sen de?” gibi gibi.. Velhasıl hala üstüne düşünüyorum. Bütün bunlar aslında bir hayal miydi, Orhan ve Deniz bir noktadan sonra birbirinin yerini alıyordu, tüm bunların nedeni neydi?, Yoksa bu izlediklerimiz aslında Orhan’ın kitabından başka bir şey değil miydi?” gibi sorular sürekli kafamı kurcalıyor.

Muhteşem kadronun geride bıraktıkları
Haftanın ilk günü, gecenin son seansında, salon tıklım tıklım ise muhteşem kadronun katkısı yadsınamaz. Türkiye’nin en önemli üç aktörünü bir araya getiren Ferzan Özpetek’in Tuba Büyüküstün’ü bu kadroya dahil etmesi karşısında sadece asla cevabını öğrenemeyeceğim bir soruyla yetindim: Neden?


Çiğdem Selışık Onat, filmin en güzel detaylarından biriydi.

Yukarıda bahsettiğim ön yargıların en büyük nedenlerinden biri Tuba Büyüküstün’dü zaten. Ne yazık ki izlediğim hiçbir karakteri beni kendine inandırmadı. Tam tersine, tam olayın büyüsüne kapılacakken uzaklaştırdı. Sinemanın tüm büyüsü de burada değil midir zaten? Beyaz perdenin ya da beyaz camın varlığını unutturarak bizi içine alır. Ne yazık ki Tuba Büyüküstün’ü izlediğim tüm sahnelerde aramızda olan beyaz perde tüm soğukluğuyla yüzümü kapladı. Geri kalan isimlerin de beklentilerimi karşıladığını söyleyemeyeceğim. Özellikle Mehmet Günsür’ün canlandırdığı Yusuf karakteri bana fena halde zorlama geldi. Tüm bu hayal kırıklıklarını onaran ise her zamanki gibi Halit Ergenç oldu. Canlandırdığı Orhan karakterine ilk andan itibaren inandım. Özellikle Orhan ve ablasının (Ablası rolünde karşımıza Zerrin Tekindor çıkıyor) karşılaşmaları ve konuşmaları beni etkileyen tek sahne idi. Oynadığı her rolün hakkını veren Ergenç, bana göre çok zayıf kalan diyaloglara rağmen filmin akmasını sağlayan tek öge oldu. Zaten filmin ilerleyen her bir sahnesinde sürpriz isimler karşımıza çıkıyor -Tabii ki Serra Yılmaz bir sürpriz değil!- Beni en çok üzen de sanırım bu durum oldu. Böylesine güçlü bir kadro eşliğinde, her bir anı ile sizi nice hayallere sürükleyen İstanbul’a sırtınızı yaslıyorsunuz ama filmden çıkan herkes müthiş bir memnuniyetsizlik ile salondan ayrılıyor. Eksik bir durum, anlamlandıramadığım bir hissizlik var.

Son söz,

Filmle ilgili herkesin kafasında soru işaretleri var. Aslında bu noktada Ferzan Özpetek’in hakkını da teslim etmek lazım. “İyi film siz salondan çıktıktan sonra başlar” sözünü gerçekleştirmek hiç kolay olmasa gerek. İlk başlarda yalnız olduğumu ve filmi anlamayanın ben olduğunu düşünsemde başta Ekşi Sözlük olmak üzere izleyicilerin neredeyse aynı sorulara sahip olduğunu gördüm. O yorumlara da göz atmanızı tavsiye ediyorum, bu şekilde kaçırdığınız detayları yakalayabilir, sorularınıza cevap bulabilirsiniz. Gelelim bir hayli sorulan soruya, Deniz-Orhan arasındaki bağa. Kimilerince Orhan ve Deniz aynı kişi iken, kimilerine göre de her bir karakter Orhan’ın hayalinden ibaret. Naçizane fikrime gelecek olursak, bence filmin belirli kırılma noktalarından sonra hepimiz Orhan’ın romanına dahil oluyoruz. Ve bu romanın sonu hangi sahnede bitti ya da bitti mi hala karar veremiyorum. Bu da Ferzan Özpetek’in  alametifarikasından olsa gerek.

İstanbul Kırmızı’sını izleyin. Ama kolaya kaçıp sadece izleyip geçmeyin. Fark edeceksiniz ki sizi hayal kırıklığına uğrattığını sandığınız bu film, sizden birazcık ilgi istiyor. Sonra bir de bakıyorsunuz ki, Neval şehrin ta kendisi oluyor, Orhan Deniz oluyor, şehir ütopya oluyor. Öyle bir film ki, “Hiç beğenmedim” diye homurdanmanızın ardından yağmurlu bir Kadıköy gecesinde yürürken aklınıza Neval’i getiriyor, yeni başlayan günde vapurdan etrafı süzerken Yusuf diyorsunuz birden. Kısacası İstanbul Kırmızısı’nın kafası çok sonradan geliyor.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER