Şehirler, insanlar, duygular… Her birinin rengi olduğuna
inanırım. Siz renk paletinden hangi rengi seçerseniz en çok o renge yakışır
seçtikleriniz. Tamamen hissettirdikleri ile alakalı yani, biraz ön yargı bir
tutam da tecrübe ekleyebiliriz bu seçimlere. Her şeye bir renk beğenen bendeniz,
İstanbul’a bir renk seçmekte hep çok zorlandım. İstanbul günün birinde kavuşacağım hayalken
içimden griyi seçmek gelirdi. Sanılanın
aksine puslu havasından, şarkılara konu olan sonbaharından değil, zıtlıkları
içinde ‘bir’ ettiği için seçerdim bu rengi. Sonra gerçeğine kavuşunca karar
veremeyip ‘Bu şehir rengârenk’ dedim.
İtiraf etmem gerekirse, o renk paleti içinden en çok kırmızıyı seviyor, onu
hissetmek istiyordum. Maceranın,
tutkunun, gücün ve aşkın şehri İstanbul’a kırmızıdan başka bir renk gitmezdi.
Kırmızı bir gün dile gelip konuşsa, “Kırmızının en güzel tonu, İstanbul tonu..” derdi eminim. Günler geçti, şehir
değişti, İstanbul’a yeni gelen ben bile “Eskiden..” diye başlayan cümleler kurmaya başladı. Kendi
kırmızımı bazen siyaha bazen de gün batımındaki güneşin rengine bularken
günlerden bir gün Ferzan Özpetek’in kırmızısına bulanma fırsatına eriştik…
Büyük beklentiler içine girmeyi sevmem. Hatta beklentilerin
kendisinden haz etmem. Ön yargı ve beklenti birbiri ile düşman gibi görünen ama
arkadan iş çeviren iki yakın dost gibi gelir bana… İstanbul Kırmızısı bu iki
dostun eşiğinden sırayla geçti. Filmi izleyenlerin fikirleri, sözlükte okuduğum
yazarların kafa karışıklıkları ve eleştirileri, benim kişisel ön yargılarım.. Kısacası, İstanbul Kırmızısı için bir yanım heyecandan
çıldırmak isterken bir yanımda hissiz kalmayı tercih ediyordu.
Öncelikle, her sabah köprüden geçerken bile sanki ilk kez
görüyormuşçasına hayran kaldığım İstanbul’u filmin her saniyesinde hissetmek
güzeldi. Fakat bu hissi filmden değil eşsiz silueti, karmaşık ama ta
içimden bir parça gibi hissettiren İstanbul'un kendisinde buldum. Ne
yazık ki film, hepimizin İstanbul’undan çok, pek az kişinin İstanbul’una hitap ediyordu. İstanbul Kırmızısı
herkes için farklı anlamlar yaratabilir, her bir izleyicide farklı izler
bırakabilir. Bana da bir ilki yaşattı. Çok iyi bildiğim bir şehirde yabancı gibi hissettim kendimi. Ferzan Özpetek sağ olsun, hiç kimseyi geri çevirmeyen sürtük İstanbul
sanki beni geri çevirecek gibi yabancı kaldım. Öylesine uzak,
öylesine yabancı. Tüm bunların yanı sıra İstanbul’a doymak, kırmızısına
bulanmak, şehri uzaktan izlemek de iyi geldi. Belli ki Ferzan Özpetek eski
İstanbul’unu çok özlemiş. Şehrin sesini, martıları, ezan sesine karışan kilise çanlarını
sık sık duymamız da bundan. Ancak araya sıkıştırılan politik ögeleri zorlama
buldum. Birkaç küçük yapay detay
olmaktan öteye gidemediler. Parti sahnesinin ardından dışarıdan gelen ezan sesi
mesela.. Şehrin derinliğini ve tezatlığını anlatmak için konulmuş belli ama
etkilemedi, hissettirmedi.
Yazı devam ediyor..