Sahnede izlediğim
bir hayal, günlerce, gecelerce bana eşlik edebilir miymiş? Edebilirmiş. Haline
en çok üzüldüğüm âşığın daha yücesi, daha acılısı bulunur muymuş? Bulunurmuş.
Shakespeare'den daha iyi balkon altında sevdiğine aşk sözleri söyleyen karakter
yazılır mıymış? Yazılırmış. Bir oyuna hem komedi hem trajedi, hem dram hem
fars, hem aşk hem savaş, hem politika hem hiciv, hem nesir hem şiir, hem
iftirak hem visal sığar mıymış? Sığarmış. Bir oyun bir son gösterdiği halde
çokçasını ima edebilir miymiş? Edebilirmiş. İnsan bir oyunu izlerken (ve de
okurken) hem aklını hem de ruhunu katre katre döker miymiş gözlerinden?
Dökermiş.
İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın 7 Ekim 2015'ten bu yana sahnelediği Edmond
Rostand'ın Sabri Esat Siyavuşgil tarafından Türkçeye kazandırılan ölümsüz eseri
Cyrano de Bergerac'ı Kasım ayında
Üsküdar Musahipzade Celâl Sahnesi'nde izledim. Oyun, aklımı başımdan, ruhumu
bedenimden söküp öyle bir aldı ki, günlerdir etkisinden kurtulamadım; Cyrano'yu
rüyalarımdan, Rostand'ın cümlelerini zihnimden, Yiğit Sertdemir'in sesini
kulaklarımdan atamadım… Ruhum temizlendi, tazelendi, yenilendi… Artık Cyrano'yu
tanıyan biri olarak dünyayı, şiiri, tiyatroyu ve elbette aşkı bambaşka bir
gözle görüyorum. Öyle güzel, öyle büyülü, öyle kusursuz, öyle tatmin edici ki,
büyük sıfatlar bulmaya çalışarak kirletmekten korkuyorum bu deneyimi…
Cyrano gözünü
budaktan sakınmayan bir asker, bileği bükülmez bir kılıç ustası, ruhunun
özgürlüğüne çomak sokacak her şeye ve bütün toplumsal değerlere karşı
dizginlenemez bir isyankâr ve en önemlisi -en hüzünlüsü- saçının teline,
kılıcının çevikliğine, kaleminin kağıda rastgele değdiği anda bıraktığı lekeye,
birbiri ardına nefes almadan sarf ettiği cümlelerin arasındaki duyulmaz
boşluklara kadar âşık fakat umutsuzca suskun bir söz ustası… Tepeden tırnağa
ezber bozan bir karakter.
Balkonunda süzülen
Juliet'ini izleyip "Elindeki eldiven
olaydım da dokunaydım yanağına" diye iç geçiren bir Romeo değil, o
denli pervasız ve saf hiç değil, ama yine de bir balkonun altında sevdiğine en
güzel sözleri söylerken kalbi kanayan bir bahtsız o. İnsan, evladının tahtını
yapabilirmiş ama bahtını yapamazmış; Cyrano öyle bahtsız ki annesi tarafından
bile kabullenilmemiş, tahtını da kendi kendine yapması gerekmiş… Yaralı ve
yarasını saklayarak yaşamayı seçenlerden o. Ve bunu kimseye müdanası olmadan,
kurduğu her cümle, attığı her adım için savaşarak yapanlardan. Onun bütün
hayatı koca bir savaş, herkesten ziyade kendi kendisiyle çarpıştığı…
Kusursuz bir adam
tarifi yapmanızı istesem , Cyrano'dan daha iyisini, daha yücesini belki de
düşleyemezsiniz. İyiliğin en üst seviyesinde yalnız başına yaşayan Cyrano'nun
kusursuzluğundan ötesini hayal edemezsiniz.
Yine de -elbette-
onun da bir kusuru var mutlu olmasını, arzu ettiklerine kavuşmasını engelleyen,
o düşlenemez zirvede yalnız olmasına neden olan. Hayır, fiziksel kusurdan,
Cyrano'nun dillere destan büyüklükteki burnundan bahsetmiyorum. Bu kusuruyla
yaşamaya alışmış fakat onunla yüzleşememiş olan Cyrano'nun kendini içine
hapsettiği bir çıkmaza dönüşen karakter özelliğidir burada sözü edilen. Zaten
tiyatro, bu kusurlara ayna tutmak için var değilse niçin var?
Oyunun son
repliğinde itiraf edilen bu kusurdan söz edip tadınızı kaçırmak istemem; bu
oyunu izleyin ve bu muhteşem deneyime ortak olun isterim onun yerine. Bu kusuru
yaşamının ve karakterinin belirleyicisi haline getiren Cyrano'nun, içinde
yaşadığı toplumu, insanlar arasındaki ilişkileri, aşkı, dostluğu ve yoldaşlığı
sorguladığı zaman ve mekânın ötesindeki özgün hikâyesi, defaatle izlenmeyi,
üzerine uzun uzun konuşulmasını hak ediyor.
Cyrano büyük bir
şair olduğu için mi en güzel sözleri bulup sevdiğinin kalbine dokunabiliyor
yoksa şairliği, gücünü aşkının kudretinden mi alıyor bilemiyorum ama, onun
şairlere özgü öngörüsü, her şeyin -duyguların bile- metalaştırılıp değiş tokuş
edilebildiği bu çağda, her şeyi estetize etmiş bizlerin içine düştüğümüz çukuru
yüzyıllar öncesinden görebiliyor. İç güzellik mi dış güzellik mi sorusunu
soruyor ve aşkın bunlarla ilgisini sorguluyor kendi meşrebince.
İflah olmaz bir
romantik olan bendenizi en çok etkileyen kısım, aşkta kaybetmeyi ta en başından
kabullenmesiydi Cyrano'nun. Kaybetmeye mahkum olduğuna inandığı için kendindeki
iyi yanları terazinin kefesine koymayışı -aşkın teraziye gelmez olduğu gerçeğini
bir kenara koyabilsem de- beni derinden etkiledi. Savaşmadı değil, ama onun
yaptığı adeta bir gölge boksu idi, kendine karşı savaştığı ve bu nedenle gücünü
(ya da güçsüzlüğünü) asla sınayamadığı… Ve sonucu tahmin edebileceğimizi
zannetsek de, Cyrano görünür olmayı seçseydi neler yaşanabileceğini asla
bütünüyle bilemeyeceğiz ve bu da seyirci olarak bizlerin, Cyrano'dan daha fazla
şey kaybetmemize neden oluyor.
Peki Cyrano bir
kaybeden mi? Bu sorunun çok sayıda yanıtı var bence, çünkü aşkı aşk yapan,
sonunda ne olduğu değil, sona giden yolda neler yaşandığı. Aşkta umutsuz olmak
da illâ kaybedeceğiz anlamına gelmez zaten; "Mutlaka
galip gelmek için çarpışılmaz ya!"