2015’in son günlerinde bir fragman izlemiştim. Kulağımda
Ahmet Mümtaz Taylan’ın sesi, acıklı… Ardından gözlerim masmavi bir çift gözle
buluştu, sonrasında ise o ses: “Onu ilk ben gördüm, onunla ben evleneceğim!”
Küçücük bir kız çocuğunun dünyanın en güzel gözlerine sahip Kerim’ine haykırışıydı
bu.
O zamanlar o küçük kızı bu kadar seveceğimi bilmiyordum
tabii. Ama izlediğim bir dakikalık fragmanın öyle garip bir çekiciliği vardı
ki, içten içe iyi anlaşacağımızın farkındaydım. Günler geçti, yayın günü geldi
çattı. İşten hızlı hızlı çıkıp eve geldiğimi hatırlıyorum. Sonrasını ise
biliyorsunuz. Asla başka plan yapılmayan Salı günleri…
Ben o Şubat akşamında Küçük Hülya’nın gözlerine oturan
kırgınlığı, yetişkin Hülya’nın gözlerinde de gördüm. Öyle etkilenmiştim ki, bu
hikayeye elimden geldiğince eşlik etmek istiyordum. Ama bir yandan da yarım kalmaktan korkuyordum.
Daha haftalar öncesinde Hatırla Gönül’ün hikayesi -bence- yarım kalmışken Hayat
Şarkısı’na da 13 hafta sonunda veda etmekten korkuyordum açıkçası. Ranini'm
“Haydi!” demese, ilk haftadan bu ana kadar Hayat Şarkısı’na eşlik etmeye
cesaret edemeyebilirdim. Çünkü yarım kalan her hikaye kırıyor insanı. İşte bu
yüzden benim için bu 21 haftalık yolculuğum çok özeldir. 22’yi beklemekse
anlatılamayacak kadar heyecanlı.
İşte böyle başladım Hayat Şarkısı yolculuğuna… Benim Hayat
Şarkısı’na dair söyleyecek -hala- çok sözüm var, istiyorum ki Eylül’e kadar
söylenmemiş söz bırakmayayım. Ara ara konuşacağız elbet. Ama öncesinde Hayat Şarkısı bana ne kattı, neleri
sevdim, neler olmasa da olurdu bunlardan bahsetmek istiyorum.
Yazı devam ediyor...