Neredeyse on yıl
önce, Cuma akşamları anne ve babamla izlerken önce sıkıldığım ama sonra ne
olduysa onlardan önce televizyon karşısına geçip beklemeye başladığım dizi
Çemberimde Gül Oya. Beni bu kadar etkileyen neydi bilmiyorum. Sanki çevremizde
olmayan, olamayan kadar sahici bir aşktı Yurdanur ve Mehmet’in yaşadığı. Canan
ağlarken gülmeyi öğrenmişti. Çevresindekiler hakkında ne düşünürse düşünsün bir
şekilde hayalinin, hayatının, aşkının peşinden koşuyordu. İntizar’dan Une Belle
Histoire’ye neyi söylese ağzımızı açık bırakıyordu. Aynı halam gibiydi Suna
abla. Hep neşeli, hep iyimser. Ama tepesi attı mı da atar. Annesinden uzakta
olan torununa annelik yaparken bir yandan da çocuğa dönen babasına bakıyordu.
Gazi Dede, hem çocuk hem babaydı. Sultan dürüstçe yaşamak, kızını da öyle
yaşatmak istiyordu. Bunu kocasından göremeyince de kendi ayakları üzerinde
durdu. Güçlü kaldı, hem kendisi hem kızı için. El birliğiyle, müthiş bir kadın
dayanışmasıyla kebapçılarını açıp işlettiler. Hatice tam bir anneydi. Oğluna,
gelinine, torununa karşı fedakâr, cefakâr. Suna ve Hatice’nin tatlı
rekabetlerini izlemek hep keyifti. Sema, siyasetçi ve fabrikatör kocasının
sahte dünyasının içinde kızının yanında duruyordu. Ta ki her şeyi unutmayı
seçene kadar. Kendi doğrularını yaşamaya çalışan insanların uğradığı
haksızlıklar o yaşımda bile ters geliyordu.
Bütün bunlar on
yıldır bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen bir Çemberimde Gül Oya
hayranlığının başlangıcıydı. Çağan Irmak ‘’Yaşamanın zor, insanları tanımanın
kolay olduğu zamanlardı. Şimdi yaşamak kolay, insanları tanımak zor’’ demişti.
Ben o zamanları biraz bu diziden biraz da ailemin anlattıklardan biliyorum. Ama
o konaktaki insanları tanıdım ve tek tek çok sevdim. Öyle ki birer parçam
oldular artık.
Küçükken ‘ben de
onların arasında olmak istiyorum’ duygusu; büyüyüp, her şeyi daha iyi anlamaya
başlayınca ‘ben de böyle bir dünya yaratmak istiyorum’ a dönüşünce, kendimi
sinema-tv öğrencisi olarak buldum. Üniversiteyi
kazanıp İstanbul’a geldiğimde ise Yurdanur’un kitabını yazdıktan sonra Zarife
ve Canan’ı araması gibi dizinin çekildiği konağı buldum. Sanki bahçede yine hep
birlikte ve mutlulardı. Küçük Kara Balık’ın tam da dizide gördüğümüz baskısını
aradım. Özge Özberk, Goncagül Sunar, Melisa Sözen, Füsun Erbulak’ın tiyatro
oyunlarının peşine düşüp onları sahnede izledim. Diziye emeği geçmiş herkes
kutsal benim için. Belki her birinin Çemberimde Gül Oya’dan sonra içinde
bulundukları işleri izledim ama kalbimin bir köşesinde onlar hep Yurdanur, Feriha,
Mehmet, Canan, Sultan olarak kaldı. Ne de olsa onlar benim için ilkti ve ilkler
unutulmaz. Bir gün aralarında olmayı umduğum, Çağan Irmak’ın öğrencileri
diyebileceğimiz Zeynep Günay, Irmak Çığ ve Cem Karcı’nın yönetmenlik işlerini
takip etmem bu yüzdendir. Her bir kişisiyle Çemberimde Gül Oya büyüsü başkadır.
O büyü benim için, yazdığı
her hikâyede, senaryoda daha da iyi anladığım, Çağan Irmak’ın eşsiz hikâye
anlatıcılığının; her biri ayrı ayrı karakterlerine cuk oturmuş muhteşem oyuncu
kadrosuyla birleşmesidir. Konak ahalisinin her şeye rağmen umutları, birbirlerine
tutunmaları… Hep bir umut var işte. Gözyaşlarımız, saniyeler içinde gülmekten
gözümüzden gelen yaşlara karışıyor kaçıncı kez izlersek izleyelim. Küçük Kara
Balık Çağan Irmak beğenen, inanan birileri çıkar elbet diye bir hikâye anlattı
bize. İyi ki de anlattı.