Muhteşem Yüzyıl Kösem: Can Pazarı...
Muhteşem Yüzyıl’ı nasıl bilirsiniz, ey ahali? 

Gücünün zirvesinde, toprakları üç kıtaya yayılmış, dünya devi bir imparatorluk. İmparatorluğun sınırlarını en uç noktalarına kadar genişletmiş, mutlak otorite sahibi kudretli bir padişah. Her tarafından zenginlik, ihtişam, debdebe akan bir saray. Göz kamaştıran kıyafetler, taçlar takılar içinde gezen, entrikadan da hiç geri kalmayan gösterişli kadın sultanlar. Kaftanları, kavukları, zırhlarıyla şaşada en az kadınlar kadar iddialı erkek sultanlar, şehzadeler, paşalar…

Güç ve iktidar savaşları zaman içinde en amansız seviyeye çıksa da her zaman bu savaşları yaşama ve izleme gücü veren masalsı aşklar, birbirinden komik harem ağalarının şamatası, saray eğlenceleri, bayramlar seyranlar…En karanlık zamanlarında bile önüne geçilemeyen bir sihir yayan pembesi bol bir masal…
 
Hayır hayır…Hepsini unutun…Eskidendi onlar, çok eskiden…Muhteşem Yüzyıl hâlâ bir masal, evet. Ama artık bir korku masalı. İnsan canının kıymetinin kalmadığı, yaşamak için öldürmek zorunda olmaktan çıkılıp neredeyse öldürmek ve bundan vahşice bir zevk almak için yaşanır hale geldiği, iktidar ve saltanat hırsının gözleri, kalpleri, vicdanları kör edip insanları insanlıktan çıkardığı, aşkların, eğlencelerin ve şamataların yerini geceleyin insanın rüyalarına girecek karanlıkların, gölgelerin ve cellatların aldığı bir distopya. Ruhunuz daralmıyorsa, içiniz kararmıyorsa, sinirleriniz sağlamsa buyurun Kösem macerasına, Aşk-ı Derûn’un tam zıttına.
 
Bu uzun girizgâhı yaptım, çünkü Muhteşem Yüzyıl serisi bu hafta artık ev hanımlarının ellerinde çekirdek çitleyerek, bir yandan örgü örüp bir yandan ekranda olan bitene bakıp kötü kaynanalar ve gelinlere söylenerek izlediği dizi formatından tamamen çıktı gözümde. İçerik olarak Muhteşem Yüzyıl tarihinin en karanlık ve sert bölümünü izledik dersem herhalde yalan olmayacaktır.
 
Ölümlerle açılan perde, ölümlerle devam etti, işkencelerle ve ölümlerle sona erdi. Gerilim filmlerini aratmayan gidişatıyla, bir saniye olsun düşmeyen temposuyla nefeslerimizi kesti. Yalan değil, şahsımın vicdani duygularını da bol bol yaraladı. İnsanoğlu daha ne kadar zalimleşebilir, bu dizideki karakterler daha ne kadar kötüleşebilir, hiç mi güzel duygular, hiç mi insani ilişkiler olmaz, bunca kötülük, olumsuzluk ve riyakârlıkla nasıl yaşanabilir diye yarı iğrenerek kara kara düşüncelere daldım. Bir zamanların o büyülü sarayı, af buyurun hâşâ huzurdan, mezbahaya döndü. Üstelik daha beteri de gelecek. Gardınızı alın.
 
Geçen haftaki yazımı bitirirken, önümüzdeki hafta yıldırım suikastlar olacak demiştim, hakikaten de yıldırım gibi oldular. Farya Sultan ve Silahtar Mustafa Paşa’nın diziye veda edecekleri fragmanlardan anlaşılmıştı ama açıkçası ölümlerinin daha bölüm başlar başlamaz ilk 5 dakika içinde olmasını da beklememiştim. Seyircilerin karakterlere hakkıyla veda edebilecekleri şekilde bölümün sonlarını bulur ya da en azından ilk yarısını geçer diye tahmin etmiştim ama şaşırtıcı şekilde bir anda oldu bitti her şey.
 
Üstelik daha da şaşırtıcı olan şey, Silahtar’ı canlandıran Caner Cindoruk’un, karakterinin öldüğü bölümde ve sahnede yer almamasıydı. Farah Zeynep Abdullah yine son bir kez kamera karşısına geçmişti ancak Caner Cindoruk’un ismini jenerikte bile göremedik. Geçerli bir sebebi vardır elbet, bilemeyiz ancak üzüldüğümü söylemek isterim. Hem tarih olarak daha 1642 yılında ölmesi gereken bir karakter vaktinden çok önce ölmek durumunda kaldığı, hem de oyuncusunun beden dilinde seyirciye veda edemediği için.
 
Öncelikle iki oyuncunun da emeklerine sağlık. Kendilerine verilen rolleri yazıldıkları şekilleri ve anlatıldıkları kadarıyla güzel bir şekilde canlandırdılar. Seyirciler olarak, ben kendim de dahil olmak üzere, kimsenin her iki oyuncunun da performanslarıyla bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Sorun daha çok yaratılan karakterlerdeydi. Silahtar’ı bir kenara ayırıyorum, çünkü zaten tarihi bir kişilikti ve bölümler ilerledikçe hikayesi benim açımdan şu ya da bu şekilde daha etkili bir şekilde anlatılıp açılacak şekilde işleniyordu da. O yüzden bu erken vedaya üzüldüm. Ancak kabul etmeli ki Prenses Farya karakteri en başından beri sıkıntılı bir karakterdi.

Muhteşem Yüzyıl tarihinde Hürrem ve Mahidevran’la başlayan, sonra sırasıyla Hürrem ve Prenses Isabella Fortuna, Hürrem ve Firuze, Hürrem ve Nazenin Hatun şeklinde devam eden, oradan Nurbanu Sultan ve Şehzade Selim’in gözdelerine sıçrayan, ilk diziyle bitip gitmesi gereken bir şeyken yeni bir dizi olmasına rağmen Kösem’in 1. sezonunda Anastasia ve Mahfiruz Hatun, sonra da Kösem Sultan ve Mahfiruze Sultan arasında da bolca yaşanarak iyice bir kısır döngüye dönüşen “padişahın aşkı için birbirini yiyen çirkef kadınlar” formatı, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilmesinden dolayı artık o kadar bıktırıcı hale gelmiş bir şeydi ki, bir noktadan sonra seyircinin tam anlamıyla “e yeter artık” deyip diziden yüz çevirmesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu durumun günah keçisi de ne yazık ki Farya karakteri oldu.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER