Kısa kısa...
● Her şeyden önce: Aslında yorgundum ben. Madden de, manen
de. İzlerken en çok yaptığım şey hunharca gülmek olan bu bölüme “ancak kaynatalım da neşemizi bulalım temalı
bir şeyler yazabilirim herhalde” diye düşünürken, kendimi nasıl yukarıdaki
iki sayfayı yazarken bulduğumu... bilmiyorum.
● Amaç bu muydu onu da bilmiyorum, ama sondan bir önceki
bölüm iyi güldüm fakat sağlam güldüm. Bunun için teşekkürler, galiba.
● Amaç bu muydu derken, sabahın köründe tam takım giyinik
vaziyette yatağa oturup Defne’yi izleyen, midesi muhtemelen hala uyuyan kızcağıza
hazır çorba içirip o saatte tatlı
yemeye götüren Ömer’in bir komedi elementi olduğuna pek emin değilim demek
istiyorum, mesela. Ama bu benim kendisine epey gülmeme engel olmadı.
● Bununla beraber, Ömer’in bugüne kadar “aile” olarak
bildiği yegane varlık olan annesi ile anılarını, bundan sonra ailesi olacak
kadınla paylaşmak için soluğu burada alışındaki hüzün içimin bir yerlerine dokunmadı
değil. Kış bitip yaz gelince Montebianco’nun bir de Kup Griye’si olacak. Maket
yapma, uçurtma uçurma vakti gelecek... Göremeyeceğiz demek istemiyorum, ama
buralar birazcık... buralar hep hüzün.
● Buralar aslında bir süredir hep hüzün... Sonsuz aşkımızın ilk yıldızı
karanlıklara gömülüp kaybolduğundan beri buralar hüzün benim için. O kadar
hüzün ki hatta, yazmaya günlerce elim gitmedi, gitmiyor. Emine İplikçi’nin ismi
kadar, kavak ormanı kadar, oğluyla çıktığı yürüyüşler, yediği Kup Griye’ler, Montebianco’lar, uçurttuğu uçurmalar kadar –belki de hepsinden daha çok– hayatı birbirine
karışacak Defne ve Ömer’in yıldızıydı o yüzük... Apar topar geride bırakılan
meseleleri, açılıp kapanmayan kapıları, Ömer’in uzatamadığı sakallarını,
Sinan’ın düğününde bile bulunmayışının bir açıklaması olmayan Necmi amcayı... pek çok şeyi sorgulamamayı seçiyorum ben. Ama o yüzük olmadan –veya
yâd edilmeden, hatırlanmadan– söylenen “benimle evlenir misin?” lerin,
“evet”lerin, her şeyin başladığı yerde her şeyin yeniden bağlanışının... hep
bir parça eksik kaldığını söylemek zorundayım benim için.
● Ömer’in “büyük” sırrına bile müsamaha gösterebilirdim
oysa ki, hatta göstereceğim galiba. Yani... yani neyse ben bir şey demiyorum
Ömer. Sonunda ortaya çıkan sırrının içeriğini, Koray’ın halı saha maçı ile
beraber bölümün gülünecekler listesine
almak niyetindeyim hatta. Ömer’i günlerce karabasanlara esir eden, ona bir
insanın canına kastetmişçesine rahatsızlık veren, içine sanki geri dönüşü
yokmuş gibi dert olan sırrın, şükür ki hayatta olan ve akıbeti pekala basit bir
telefonla bile öğrenilip çözümlenebilecek bir arkadaş meselesi olması....
bilmiyorum nereye konur. Bu muydu söyleyemediğin şey demek istemiyorum, çünkü
zaten aynısını Defne benim için söylüyor. Sanki bu olmamalıydı, hatta belki de
değildi diyorum sadece. Neyse...
Yazı devam ediyor...