Yumağı biraz daha karmaşık hale
getiren Fikret’in mektubuna gelirsek; Fikret’in geri çekilişi ve sessiz sedasız
dönüşüne ikna olmamıştım zaten. Ömer’le şansı olabileceğini düşünecek kadar
aklını ve gözünü karartmış bir insanın, aldığı ret cevabından sonra nedamet
getirip, Defne’ye bir dost gibi sarılması inandırıcı değildi. Hırsla terk
ettiği evden çıkarken de aklında bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Mektup
yazmasına şaşırdım mı? Evet! Çünkü neden mektup? Ama yaptığına katiyen
şaşırmadım! Yılanın doğasında sokmak vardır zaten. Sokup zehrini akıttı diye
onu suçlayamayız. Belki bu mektup tek başına gelseydi “nasıl olsa Defne buna
engel olur” alışkanlığıyla gerilmeyebilirdik ama bu haberin üstüne bir de önüne
bir tapu kondu. Ve ikisiyle birlikte o masa başından hangi hislerle ve hangi
eylem planıyla kalkar kestiremiyorum. Düğüm düğüm bağlanan kalplerin
çözülmeyeceği kesin de onun dışındaki bu belirsizlik, bu çözülmeyi bekleyen
yumak beni hem meraklandırıp hem de heyecanlandırıyor.
Öte yandan elimizdeki yumaktan çözülmesi gereken
birkaç ip olduğunu da düşünüyorum. Kalp kalbe sarılmış vaziyette keyifle
Sinan’ın yazlığına yürüyen Defmer’i yahut sadece sarılarak Ömer’i şarj eden
misler gibi “sabah Defnesi”ni hiçbir şeye değişmesem de meydan okuyan cüretkâr Defne’yi
de çok seviyorum. Bölümün başındaki ve sonundaki kıvamı da çok yerindeydi. Bu kıvama tek uymayan Sinan’ın yazlığındaki
Defne’ydi fakat onu da anlayabiliyorum. O ev manidar bir anlam taşısa da Defne
için başka anlamlar da yüklü. Oraya kaçmasına yol açan ve onu Ömer’le bir olma
noktasına getiren sebepler malum. O an diğer tüm vicdani huzursuzluklarını bir
kenara bırakarak, o sıkıştığı cenderenin içinde Ömer’i kaybetmediğini hissetmek
istemişti Defne. Bu korkusunu attı üstünden belki ama o ev, sırları yüzünden hem
kafaca hem de vicdanen rahat olmadığını ona yeniden hatırlatıyor. Bu nedenle de
oradaki gerginliğini makul buluyorum.
Tersine dünya...
Bu alandan tek şikayetim her türlü kaçışın hep Defne’nin
sırtına yüklenmesi. Birden çok sahnede, benzer sonun sebebini Defne’ye yüklemek
yerine, bölünmeyen veya yarım kalmış hissi vermeyen bir iki sahnemiz olsun ve
kendi içlerinde misyonlarını tamamlasınlar o yeter. Mesela ilgisizlikten canı
sıkılan Defne’nin, telefonla konuşan Ömer’in aklını karıştırmak için yaptığı tatlı
muzırlıklar, “Ömer”e gelen telefon üzerine yarım kaldı ve sonrasında Defne
kitaba odaklanınca mevzu doğal akışında geçiştirildi. Ancak işin doğalında gelişmiş
olması sayesinde sahneden yarım kalmışlık hissi almadım, çok da güzel oldu.
Çiftimizin mühim konuları konuşmamaları ise bir
yumaktan ziyade kangren halini almış olsa da ben hala, hiç değilse “hakkının
verilmesi” kapsamında bazı konuşmaların yapılmasını bekledim saf saf. Fikret’in
hisleri Defne’yi o kadar telaşlandırıp Ömer’i manasız(!) sorularıyla
darlamasına, sorun çıkartıp paranoyak damgası yemesine yol açmışken, hiç
değilse iade-i itibar niteliğinde, “Sen haklıymışsın” itirafı gelir diye umdum, lakin olmadı.
Peki madem, Ömer Defne’nin sezgilerinin doğruluğu konusunda dersini almış olsun
bari, o da kâfi.
Ömer’in de dediği gibi birileri
gider birileri gelir. “Her şey olur, her
şey büyür/Her şey geçer, hayat kalır…”** En nihayetinde de aşk kalır… Çünkü
baki olan onlardır.
*İncesaz, Üsküp sevda şarkısı
**Bülent Ortaçgil, Yağmur