Abbooooovvvv...Herif sağlam üşütmüş...Tövbe tövbe yarabbi. Yanlarımdan yörelerimden uzak olsun.
Ve bir kere daha dizinin yıldızı Mustafa…En son 15. bölümde bacak kadar bir veletken padişahlık koltuğuna oturtulan kendisi tam on bölüm sonra 25. bölümde bu sefer gerçekten padişah olmak üzere o koltuğa oturtuldu. Ve yaptığı icraatlarla 15. bölüm ne kadar orijinal bir bölümse yine en azından o kadar orijinal Muhteşem Yüzyıl sahneleri izletti bize. Boran Kuzum’un kadroya dahil oldu olalı ekranda kendi başına (yani Mustafa olarak) en fazla süre kendi olarak göründüğü bölümde Mustafa’nın trajiklikten de çıkıp artık traji-komik olmaya başlayan hallerine tanık olduk bol bol. Tahta çıkış sahnesinde Pinhan Ağa’yı fazla fazla kullanarak sahnenin tadını kaçıracaklar, mizansenlerin kurulmasında diğer oyuncular açısından yine tedirgin edici bekleyişler olacak diye korktum ama Allah’tan korktuğum başıma gelmedi. Hatta beklediğimden daha bile az kullanmışlardı. Sahne yeteri kadar tadında olsa da açıkçası ben Pinhan Ağa cülus töreninde Mustafa’yı daha bir sıkıştırır, daha bir panikletir diye beklemiştim. Neyse ki törende rezaletin büyüğü çıkmadı.

Bölümün geri kalanında da Pinhan Ağa’yı göstermeden Mustafa’nın ondan rahatsız olmaya başladığı her seferinde yaptığı kulağını kaşımaya başlaması detayını kullanarak bu sefer biz görmesek de Pinhan Ağa’nın orada olduğunu gayet yeterli bir şekilde anlattılar. Ağalara validesi Halime Sultan’ı zindana kapatmalarını emrederken bunu annesiyle kafa bulmak için yapmadığını, kulağına Pinhan Ağa’nın fısıldadığını artık gayet iyi biliyoruz. Bu arada şimdiye kadar Mustafa’nın hep donuk, ürkek ve mutsuz hallerini resmeden Boran Kuzum bu sefer bize karakterin çocuksu, komik yanını da güzel bir şekilde izletti. Git-gel aklı ve yaşayamadığı çocukluğu artık padişah olmanın getirdiği “öldürülmeme” rahatlığıyla birleşince, çocuksu bir masumlukla verdiği delice emirlerini izlerken tansiyonu ve gerilimi bol olan bu bölümde ister istemez gülümsedik, eğlendik. Hatta “masayı haremde gezdirin, biraz hava alsın” sahnesiyle bildiğiniz kahkaha attık. Bir Osmanlı padişahının ciddi ciddi verdiği emirler yerine getirilirken fonda ilk kez muzip müziklerin çalındığını duyduk. Dedim ya, Mustafa nerede orijinallik orada. Mustafa Üstündağ’ın bu sahnede en az Mustafa’nın emirleri kadar komik olan mimiklerinin hakkını da yemeyelim tabii.

Ben Kösem hakkında yazarım da teknik detaylara dokundurmadan yazıyı bitirir miyim? Görülmemiş bir şey :) Oldukça beğendiğim 25. bölümde görsel olarak seyir zevkini bozduğunu düşündüğüm bir şey vardı. O da CGI görüntüler ve gerçek mekan görüntüleri arasındaki devamlılık uyuşmazlığıydı. 24. bölümde Sultan Ahmet’i buz gibi bir kış sabahında, İstanbul’daki sarayının gizli bahçesinde lapa lapa yağan karların altında bu dünyadan yolcu etmiştik. 25. bölüm de yine her yerin kar altında olduğunu gösteren CGI bir gece manzarasıyla açıldı. Kamera karlar altındaki boğaz ve İstanbul manzarasından yavaş yavaş Has Oda’ya, Ahmet’in naaşı başında bekleyen Kösem’e döndü. Ancak Şehzade Mustafa’nın sarayın arazisinde dolaşırken kendisini öldürmek için takip eden cellatlarla ilgili sanrılar görüp ağaçların arasında koştuğu sahnelerde ve Davut Paşa ile adamlarının saraydan kaçırılan Şehzade Osman’ı yakalamaya geldiği sahnelerde etraftaki ormanlarda ve yerlerde tek bir tane bile kar tanesi göremedik. Ağaçlar da yemyeşildi. CGI’lar kış, gerçek mekanlar bahardı çünkü.

Bir önceki bölümde gizli bahçenin karlar altındaki görüntüsünü oluşturmak için kullandıkları dekorasyon malzemelerini bahsettiğim bu sahnelerde hiç yoktan yerlere, yol kenarlarındaki boşluklara falan serpiştirselermiş keşke de CGI’larda gayet güzel yaratılan kışın gerçek mekanlarda da devam ettiği, artık yarı yarıya erimiş olsalar da karların gerçekten yağdığı, mevsimin kış olduğu illüzyonunu alabilseydik. Dışarıda gümbür gümbür yağmur yağdığını anlatan sesler duyarken ekranda görünen camlara bir tane bile yağmur damlasının düşmediğini görmek gibi bir şey oluyor böyle şeyler. Yine de Ahmet’in cenazesi haremden çıkartılırken kameranın sahnenin ambiyansına uygun bir şekilde cariyelerin arasından ağır ağır ve şık şık geriye doğru yükselirken tam son anda yine çıldırtıcı bir şekilde sallanmaya başlayarak sahnenin havasını mahvetmesinden dolayı tüylerimde hissettiğim dikilmenin yanında bu bahsettiğim şeyler çok da önemli değil. O sahneyi gördükten sonra sinirden yaklaşık bir 15-20 dakika diziye odaklanamadığım doğrudur ^^

Bölümün sonunda havada uçan okun hedefini bulmayacağından neredeyse %100 emin olduğumuza göre böyle güzel bir bölümün finali için son derece gereksiz olan bu cliffhangerın önümüzdeki bölümde nasıl sonlanacağını dert etmekten ziyade gönül rahatlığıyla Ekber ve Erşed Kanunu’nun artçı sarsıntılarını ve Deli Mustafa’nın çılgın icraatlarını izlemeyi merak etmeye devam edebiliriz. O ok illâ ki birine isabet edecekse de oyumu Meleki’den yana kullanmak istiyorum. Örneğin ok hatunun suratını sıyırsa geçse, estetik bahanelerle hekimlerin tedavisine bırakılsa, sonra hasta yatağından sevdiğimiz Meleki şeklinde özüne uygun olarak mavi gözlü, fitne fücur bakışlı bir oyuncunun suretinde kalksa ve küçük Meleki’ye ne fiziksel ne de karakter olarak zerre kadar benzemeyen bu mıymıntı Meleki’den kurtulsak ne güzel olur ne güzel olur. Alıştık nasıl olsa karakterlerin fiziksel özelliklerinin bukalemun misali değişip durmasına. Son dört bölümdür gördüğümüz Meleki’yi de hiç zorlanmadan görmedik farzederiz, ne var yani :)
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER