“Konuşmak bir ihtiyaç olabilir
ama susmak bir sanattır.” demiş vakt-i zamanında Goethe. Bazen susarak daha
yoğun şeyler anlatılabilse de anlayarak dinlemek de bir sanat olduğundan ve
sanat ne kadar verirseniz verin karşı tarafa, onun anladığı, alımladığı kadar
geçtiğinden her zaman değeri bilinemez. Bu nedenle çoğumuzun sanatçı yönü çok
gelişmiş değildir. Benim de mesela, sinirlendiğimde veya çok sevindiğimde
dilime vurur, hemen durumu paylaşma ihtiyacı hissederim. Bir tek üzüldüğümde
sesim çıkmaz, onda da kağıt ve kalemle konuşurum, yazıya aktarırım içimden
taşanları. O yüzden bence doğruyu ifade etmek, yanlış anlaşılmaları düzeltmek,
iç dökmek ve olanları açıklığa kavuşturmak için konuşmak pek kıymetlidir.
Ömer, benim ve de Defne’nin
aksine konuşmayı pek tercih etmeyen, susmaktan ve sessizlikten keyif alan bir
adamdı. Sanatçı sinyor İplikçi! Konuşmasını; hislerini, acılarını yahut
hayallerini dillendirmesini çok bekledik. Her yaşadığı dilinde olan Defne de,
duygularını anında ve cayır cayır dile getirse de, oyunun yol açtığı bir sürü
şeyi de paylaş(a)madı Ömer’le. Konuşmayarak birçok şeyi birbirlerinin gözlerinden
anlayabilmeleri ise başka bir yetenek tabi, o ayrı. Ancak onların lügatinde
“konuşmak” çok başka anlamlar da içeriyordu zaten. Mesela 11.bölümde odasında
konuşmak isteyen Ömerler, kapıyı bacayı kilitleyip, Defne’nin ağzından çıkacak
sözler yerine, o sözleri söyleyecek dudaklara yoğunlaşmıştı. Aynı şekilde,
13.bölümde il sınırı dışındaki ormana uzuun uzun konuşmak için gidip bir “rüzgâr”
estirmişlerdi. Ama hiçbir zaman bu kadar yoğun bir “konuşma ihtiyacı”
hissetmemişlerdi.
Aylar önce, yeni bir yıla girmenin,
yılbaşının heyecanıyla dolu olan 27.bölüme dair yılbaşı ağaçları gibi rengarenk
bir yazı yazmıştım. Ömer’i lacivert olarak tanımlamıştım mesela; “İlk bakışta
göze çarpmayan ancak dikkat edildiğinde farklı tonlarıyla içinde gecenin
güzelliğini ve sonsuzluğu barındıran safir tonlarında puslu bir lacivert gibi
Ömer de. Zarafetini ve zenginliğini hemen öyle ortalığa saçmıyor, içine ancak
Defne gibi bir güzel ışık vurunca gözler önüne seriyor güzelliğini.” demişliğim
var. Defne ise benim gözümde bir turuncuydu; sarı ile kırmızının karışımı olan.
Ki biz o bölümde Defne’nin içindeki “kırmızıyı” ilk defa görmüştük. Ömer’in gözlerinin içine bakarak iddiasını ve
isteğini ortaya koyan, kendinden son derece emin, güçlü bir Defne profilinin, bir kalemin
hikmetiyle ve “muhtemelen aşk” sorgusuyla atılan ilk adımlarıydı onlar. O ilk adımların atıldığı yolun sonuna da bu
hafta geldik işte. Ve ben şimdi şairin bahsettiği o yaşlı kadın gibi
bağırıyorum; “mavi alevlerin ortasına bu
kırmızı elbise giymiş kadın yakışır.”** Evet, öngörüsü yerindeymiş,
gerçekten de çok yakıştı.

Gözlerin dudakların alev alev çağırıyor yangınlara!
Geçen
hafta Galo’nun hadsizliğine son derece sinirlenmiştim ve sözlerimin arkasındayım.(Hatta
birazdan devamı da gelecek.) Ancak fragmanı izlediğimden beri onun bu hadsiz
çıkışlarının ve yersiz vicdan sorgularının, Defne’nin üzerindeki baskıyı bir
ton daha artırıp onu bu büyük patlamak noktasına getirmek için olduğunu
düşünmeye başladım. Kapağı kapalı bir düdüklü tencere gibi Defne’nin içindeki
basınç da aylardır birikti. O ateş hiç sönmedi, aksine onu tehdit edenler,
küçük görenler arttıkça daha da harlandı. Bu ateşin altına atılan son odun da
Galo oldu ve oyun gerçeğini bilmesinin yanı sıra, üstüne bir de mavi saçlı kız
olarak Ömer’e aşık olmasıyla birlikte, ağzı sımsıkı kapatılmış bir Defne de nihayet
patladı.
Haftalardır Ömer’in parmak
uçları Defne’yi tanımak isterken, Defne gecenin karanlığında bilinçaltında
filizlenen arzularının üstünü aydınlıkta örterken artık tenlerin konuşma zamanı
gelmişti zaten. Bu yoğun konuşma ihtiyacının doğal akışında ve eğreti durmadan
karşılanabilmesi için de Defne’yi tetikleyip atağa geçirecek bu cendere,
Galo’nun da sonsuz katkılarıyla(!), kuruldu. Ömer ile Defne’nin dilleri
konuşmayı, sorunları çözmeyi pek beceremedi bu güne kadar. Becerseler de bazen
düşünceyi, hisleri sözlü olarak anlatmak da kafi gelmiyor. Bu yüzden belki de
yeni tanışan tenler anlayacak en çok birbirlerinin dilinden, en doğruyu onlar
söyleyecek. Dillendirilemeyen duyguları, o aşkın yoğunluğunu ve yakıcılığını, hem
susarak hem de avaz avaz haykırarak anlatacaklar birbirlerine. Çünkü iki kalbin
kaynaşarak aynı ritimde atan tek bir kalbe dönüşmesi bambaşka bir şey.