Müzik benim için vazgeçilmez
amaçlardan biridir. Özellikle caz ve tangoya karşı zaafım var. Dinlemekten yana
ruhumun en derinlerine kadar hissetmek paha biçilmez. Şu sıralar Sema Moritz’in
2004 yılında çıkardığı tango albümüne oldukça düşkünüm. Şu sıralar dememe
bakmayın. Yaklaşık bir buçuk yıldır her gün, hiç bıkmadan dinliyorum. Beni
kafaya almak istiyorsanız Seyyan Hanım’ın tangolarını dinletebilirsiniz. Sahi,
Seyyan Hanım’ı dinlediniz mi? Dinlemediyseniz, bence, bu yazıdan sonra bir
dinleyin derim. Hattâ size Hasret’i önerebilirim.
Tango 1800’lü yıllarda keder
ve ölümün dansı iken, günümüzde, herkesin de bildiği üzere, aşk ve tutkunun
dansı. Aslına bakarsanız ikisi de aynı anlamı barındırıyor. Bana sorarsanız
keder ve tutkunun mayası aynı. Neden mi? Eğer birine ve yahut bir şeye
tutkunsanız, kaybetme korkusu yaşarsınız ve içinizi keder kuşakları sarar.
Tutkunuzun seviyesi arttıkça keder yüreğinizi, aklınızı ve hattâ ruhunuzu
boğmaya başlar. Bu nedenle de mayaları aynıdır. Sadece geliştiği şartlar
karşında farklı anlamlara bürünürler. Aşk ve ölüm! Âşık olmak da bir bakıma
ölüm gibidir. İkisinde de ruh bedenden çıkar. Hoş, reaksiyonları faklıdır ama ikisi de insanı tüketir. İşte müzikle beraber aşk, tutku, ölüm ve keder harmanlanırsa biz buna tango deriz. Ayıla bayıla da izleriz.

Aşk, tutku, keder, ölüm! Hepsi bu tangoda
Hareketlerindeki o haşinlik,
bakışlardaki keskin ve ne istediğini bilme bizi hayran bırakan etkenlerden
biridir. Burada kadınsal bir üstünlük söz konusudur. Bir sonraki hareketin
kusursuz ve hissedilir olması tamamen kadının partnerine olan tutkusundan ve
çekiminden gelmekte. Tangoyu sevmemizin bir başka nedeni ise diğer türlere
oranla bizlerde bıraktığı etkidir. Tango yapan bir çifti izlediğimiz zaman
geçmişte yaşanan veya yaşanmayan ne varsa bize geri dönüşümlü olarak kendini
hatırlatır. Belki de bu nedenle biraz önce haşin dedim? İçimizde bastırdığımız
duygular gün yüzüne çıkmaya başlar ve daha çok kederle ve bunun yanı sıra tutku
ile kaplanırız. Ölmek isteriz, aşkın kolları arasında ölmek!
Kral ve Kraliçe'yi izlerken biz!Ah! Tutku, aşk demiştim değil
mi? İşte, hepsi bizim Kraliçe ve Kral’ımızda mevcut. Gülfem daha kapıdan içeri
girer girmez Aslan Kral ile flörtleşmeye başladı. Aslan Kral’ın da Gülfem’den
farkı yoktu. Cücü’nün oltasına takılan bir Buzlar Kraliçe'si ile ormanların
Kral’ı! Düşüncesi bile cezp ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ikisi
arasındaki çekimden etkilenmemek elde değildi. Yalnızca etkilenen ben veya siz
değildiniz. Bence Kraliçe ve Kral’ımız da bu durumdan oldukça etkilendi. Artık
Gülfem, Tibet’e nasıl bir etkileşim yarattıysa tangoları bitmeden dudakları
birbirine kenetlendi. Belki de Gülfem ilk defa karşı cinse karşı bu denli
kendini kaptırdı. Çünkü öpüşmeleri bittiği ânda tesiri sabaha kadar sürdü. O
yüreğinin kalkması, haddinden fazla havayı ciğerlerine çekmesi ve heyecanı
anlatılacak türden değildi. Bir dans ve öpüşme ile bu hâle geldilerse, bu
ilişkiden doğacak kıvılcımları düşünemiyorum. Kraliçe’nin buzlarını Aslan
Kral’ımız aşkı ile eritmeye başladı. İlişki her ikisine de iyi gelecek. Buna
inanıyorum. Gülfem’in eksik ve yarım kalmış, hattâ yıllarca yüreğinde kilitli
tuttuğu, paslandırdığı hislerini Tibet açıp tamamlayacak.