Bu yıl 20'ncisi düzenlenen Gezici
Film Festivali'nin açılış filmi olan Annemin Şarkısı’nı (Klama Dayika Min)
ranini.tv adına sizler için izledim (hem de Taner Birsel ile yan yana) Film gösterimde olduğu için spoiler
vermemek adına çok fazla içeriğinden bahsetmeyeceğim. Ama pek çok başka yazı ve
röportajda bahsedilen bazı sahnelere değinerek filmde anlatılan anne-oğul hikâyesinin
bende bıraktıklarını paylaşmak istiyorum. Çocukluğunu 1990’lı yılların Doğu
ve Güney Doğu Anadolu’sunda geçirmiş biri olarak bu film beni başka etkiledi
(Bu çocukluğa yabancı olanlar için Bildiğin Gibi Değil kitabını
öneririm).
Filmi izleyince bu görselliğin anlamı ile çarpılacaksınız.
İki kısa film (Butimar -İFSAK Kısa Film
Festivali’nden Jüri Özel Ödüllü, Berf- 2010 Altın Portakal ödüllü)
ardından Erol Mintaş, ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı (Klama Dayika
Min) ile karşımızda. Filmin
prömiyeri Saraybosna’da yapıldı. Başkanlığını Bela Tarr’ın üstlendiği bir jüri
tarafından 'En İyi Film' seçilen Annemin Şarkısı, aynı zamanda Feyyaz
Duman’a 'En İyi Erkek Oyuncu' ödülünü kazandırdı. Bu yılki Altın Portakal’da
Türkiye prömiyeri yapılan film, 'En İyi İlk Film' olmak üzere dört ödül kazandı.
Film, bir köy öğretmeninin tavus kuşlarına özenen bir
karganın hikayesini Kürtçe anlattığı, 1992 yılında geçen bir sahne ile çok
çarpıcı bir açılış yapıyor. Hem oyuncunun performansı hem oyuncuya eşlik eden
çocukların davranışları sizi sahnenin içine alıyor ve beyaz perdenin arkasında
bir seyirci olmaktan çıkıp o sınıfta bir dinleyici oluyorsunuz. Biz bu hikâye
ile kahkahalara boğulmuşken, kapıya beyaz bir Toros yanaşıyor. Elleri silahlı
adamlar öğretmeni alıp götürüyorlar. Ders Türkçe, konuşulan yasaklı bir dil ve
beyaz bir Toros… Tüm bunlar bir araya geldiğinde o öğretmenin bir daha evine ve
öğrencilerine dönmediğinin kesin bir biçimde söylenmesine gerek kalmıyor. 1992
yılından 2013’e eşyalarını toplayan bir anneye geldiğimizde savaşın, göçün,
boşaltılan köylerin, kayıp evlatların hikayesi, kısaca koca bir Türkiye geçmişi, o birkaç
dakikalık açılış sahnesi ile önümüze dökülmüş oluyor.
Bundan birkaç yıl önce, bir proje için zorunlu göç
ile İstanbul’a yerleşmiş kadınlarla görüşmeler yapmıştım. Köylerinin çeşitli
sebeplerle boşaltılması sonucu soluğu İstanbul’un ücra köşelerinde alan bu
kadınlar, oturdukları mahalleyi öyle bir düzenlemişlerdi ki köyleri gibi olmasa
da köylerindeki insan ilişkilerini, yaşam biçimlerini buralarda da
kura bilmişlerdi. Bu şekilde gurbette olmak daha katlanılır olmuştu. Bu yaşam
biçiminin katlanabilir olmasının en önemli nedeni ise yaşadıkları evlerin düzayak
olması ve başka canlarla iç içe olmaları idi. İki yıl önce Kentsel Dönüşüm
kapsamında başka bir proje için yine bu mahallere gittiğimde, buradaki aileler
teker teker başka türlü bir göçe zorlanıyorlardı. Bu düzayak, başka nefeslerle
iç içe yaşadıkları yerlerden ayrılmaları ve dört duvar bir TOKİ dairesine
taşınmaları isteniyordu. Nitekim taşındılar da ama mahalledeki komşuların her
biri başka bir yere gitmek zorunda kaldı. Yeniden konuştuğum pek çok yaşlı kadın
bu dairelerde nasıl nefes alamadıklarından ve ilk defa gurbette olmanın bu
kadar dayanılmaz olduğundan bahsettiler.
2013’e İstanbul’a geldiğimizde, Annemin Şarkısı’nda Nigar Anne (Zübeyde Ronahi) tam da böyle bir hikâye
ile çok gerçekçi bir şekilde karşımıza çıkıyor. Zorunlu göç ile İstanbul’a gelmiş, hemşehrileri ile
beraber çocuklarını büyütmüş. Kendilerine bir yaşam kurmuşlar. Gurbete böyle
katlanabilmişler. Kentsel dönüşümle Tarlabaşı’ndaki evlerini boşaltmak zorunda
kalmaları ile ikinci bir göç yaşamak zorunda kalıyor. Bu sefer yanında
hemşehrileri de olmuyor. Kapana kısılmış gibi hissettiği bir apartman dairesine
taşınıyorlar. Duvarlarına tek tek astığı fotoğraflar aslında o küçücük
çivilerin taşıyamayacağı acıları, kayıpları ve de geçmişi gösteriyor. Ama bu sefer gurbet, yeni kayıplar nedeni ile dayanılmaz
oluyor ve “artık” evine (köyüne) dönmek istiyor Nigar Anne. Film bu andan
itibaren oğlu Ali (Feyyaz Duman) ile olan çatışmasını çok başarılı
anlatmaya başlıyor. Sizi ilmek ilmek bir sona hazırlıyorlar. Ali kız arkadaşı,
hem devlet okulundaki hem de Kürtçe eğitim verdiği kurstaki öğrencileri ile
kendini geleceğe bağlı tutarken, Nigar anne Seydoye Silo isimli bir dengbejin
kasetini aramaya ve kendini geçmişe hapsetmeye başlıyor. Ali’yi de bu arayışın,
hesaplaşmanın içine çekiyor.
Geçmiş bazen alışkanlıklarda saklıdır.
Nigar Anne'nin Seydoye Silo’nun kasetini arayışı,
aslında bu film hakkında yazmış olan pek çok diğer yazarın (Çağdaş Günerbüyük- Evrensel, Sevilay
Çelenk-Bianet) da belirttiği gibi Kürt sinemasında
sıklıkla karşımıza çıkan bir “ses arayışı”nın örneğidir denilebilir. Bu ses
arayışı, uzun yıllar boyunca kendi dilleri sessizleştirilmiş bir toplumun
sinemasının ana dil vurgusunu anlatmak için kullandıkları başarılı bir yol
olmuştur. Bu filmde de bu vurgu en çok anne ve oğulun Charlie Chaplin’nin sessiz
bir filmini izlerken nasıl da her şeyi unutup, var olduklarını gördüğümüz
sahnede mevcut diye düşünüyorum. Filmdeki kasetler kendi dilleri kaybolan
insanların gurbet ellerde tutunabildikleri bir şey olmuş. Özellikle kasetler bu
arayışın, bu tutunma isteğinin görsel metaforu olmuşlar. Kendi
dillerine “ses” olma arayışının en yakın örnekleri olarak İki Dil Bir Bavul (Orhan
Eskiköy ve Özgür Doğan, 2008) ve Gelecek
Uzun Sürer (Özcan Alper, 2011) filmleri
hafızalarımızda yer almaktadır.
Bunun yanı sıra Nigar Anne'nin dengbejinlere olan
tutkusunun Kürt kadınlarının müzikle olan bağını anlattığını düşünüyorum. Bildiğim
kadarı ile Kürt kadınlar sevinçlerini zılgıt ile hüzünlerini ağıtlar ile dile
getirirler. Bu nedenle müzik onların hayatlarının önemli bir parçasıdır. Bu
açıdan film bence bunu ince ince çok güzel işlemiş. Filmin bir karga hikayesi
ile başlayıp bir karga hikayesi ile bitiyor olması da bence o coğrafyaya ait
kültürün çok güzel bir yansıması olmuş. Masalların Kürt annelerinin ve
çocuklarının o çatışma ortamında hayatlarındaki önemini filmin yönetmeni
Evrensel
gazetesine verdiği bir röportaj da kendisi de vurguluyor zaten. Öte yandan
karga ve tavus kuşu metaforları tam da Nigar Anne ve Ali’nin hikâyesi ile
örtüşüyor. Nigar Anne karga olduğunu saklamaya çekinmeyen biri iken, 90'ların
sonuna doğru metropole gelmiş ve burada büyümüş Ali ise tavus kuşu olmaya
çalışan bir karga. Belki de bu nedenle Nigar Annenin ısrarlarına rağmen köyüne
dönmek istemiyor. Ya da dönecek bir köy olmadığını bildiği için kurtuluşu
İstanbul’da aradığındandır. Bunun yorumu açık, bize bırakmış yönetmen.
Yazının devamı için tıklayınız